Mustafa Kemal Yılmazhoşgeldiniz
Kişisel web sayfasına hoşgeldiniz

Şehriyarın Şeheri Tebriz’den Kış Çiçekleri

“Şehriyar’ın Şeherinden, Ay Yıldızlı Seherinden, Size Selam Size Selam Getirmişem”. Daha Bismillah demeden bu Azeri şarkısı da nereden çıktı demeyin. İnsan uzun süreliğine yurtdışına çıkınca, vatan hasretini daha bir hissediyor yüreğinde. Aslında görev yaptığım süre içinde İran’da bu açıdan şanslı olduğumu itiraf etmeliyim. Özellikle Tahran’da çok sayıda Azeri kökenli Türk yaşadığından anlaşmakta pek zorluk çekmiyorum. Bununla birlikte, İran’a gelmişken, yahşi lehçesine ve zengin kültürüne hayranlık duyduğum Azeri Türklerini yakından görmemek de olmaz. Bu nedenle, özleri sevgi ile yoğrulmuş bu kardeşlerimizle tanış olmak üzere sırt çantamı yüklenip Tebriz’e doğru yola çıkıyorum.

Coğrafi konum itibariyle İran’ın kuzeyinde, Türkiye’nin ise doğusunda yer alan Tebriz’e yolculuğumuz, havanın çok soğuk ve şehrin yoğun kar yağışı altında olduğu yönünde bölgeden gelen haberler nedeni ile biraz tedirgin başlıyor. Sabah saat 6’da uçağımız havalanırken, gündüz henüz geceye göz kırpmamış. Karanlığı aydınlatan uçağın kanat ışıkları eşliğinde bulutlar arasında süzülürken, somurtkan hostesin ikram ettiği sıcak çayı yudumluyorum. Bir saatlik uçuşun ardından karla kaplı dağların güneşin kızıllığı ile buluşmasını hayran hayran seyrederken uçağımız alçalmaya başlıyor. Uçuş yüksekliği düştükçe karlı dağların zirvesi daha bir yakınlaşıyor. Doğu sınırımıza komşu bu dağlar üzerinde uçarken, teröristler ile çarpışan askerlerimiz aklıma geliyor. Hepsi de, çetin kış şartları altında dondurucu soğuğa aldırmadan bu ülkeyi koruma ve hayatta kalma savaşı veriyor.

Tatsız Bir Sürpriz

Yol arkadaşımla kuşbakışı görüntüler eşliğinde şehrin çarpık yapılaşmasının analizini yaparken, uçağın tekerlekleri piste değiyor. Üzerimizde kalın giysiler olmasına rağmen, havaalanına ayak bastığımızda sabahın ayazı titretiyor bedenimizi. Vakit geçirmeden bir taksiye binip borsanın rezervasyon yaptırdığı Tebriz International Hotel’e gitmek üzere yola çıkıyoruz. Havalimanı şehir merkezine uzak. Yaklaşık 25 dakikalık kısa bir yolculuk sonrasında ulaştığımız otelde ise bizi tatsız bir sürpriz bekliyor. Otel yetkilileri kayıt yapmak için pasaportumu istemekte diretiyorlar. Pasaportumun Tahran’da konakladığım otelde tutulduğunu söylemem ve TC kimliğimi göstermem sorunu çözmeye yetmiyor. Resmi bir bürodan almamı istedikleri belgeyi ise ben almaya yanaşmıyorum. Karşılıklı inatlaşma sonuç vermeyince paramızla dışarıda kalıyoruz. Neyse ki, yol arkadaşım Tebriz’li ve ailesi ile akrabaları burada yaşıyor. Durumu akrabalarına ilettiğinde her biri beni konuk etmek için yarışıyor. O kadar ki, gün içinde arkadaşımın telefonu farklı yerlerden gelen davetler nedeni ile susmak bilmiyor. Bu konukseverlik başıma gelen tatsız sürprizi unutturmaya yetiyor. Yer problemini de hallettikten sonra, daha fazla vakit kaybetmeden, bir ajans aracılığı ile, saati 1700 tumene bir taksi ile anlaşıp şehri gezmeye başlıyoruz.

Şairler Mezarlığı ve Şehriyar

İran, şiirin kutsal, şairin ise evliya kabul edildiği yeryüzündeki ender edebiyat cennetlerinden biri. Şairler sadece günlük yaşamda değil, ölümlerinden sonra da ayrıcalıklılar. Mezarlıkları bile anıtsal. Tebriz’in en önemli özelliklerinden biri de birçok şair yetiştirmiş olması. Aynı zamanda, dünyada yetiştirdiği şairler için bir Şairler Mezarlığı’na sahip olan tek yer. Ancak bu şairler arasında biri var ki, Tebrizliler ona kalplerinde ayrı bir yer ayırmış. Bu Azeri şairin adı Şehriyar. Biz de gezimize onun Şairler Mezarlığı’ndaki anıt mezarı ve müzesini gezerek başlıyoruz. Modern bir tarzda yapılmış anıt mezarın içine girdiğimizde, Şehriyar’ın kalın kaşları altından süzülen sert ama babacan bakışlı resmi karşılıyor bizi. Duvarlarda Şehriyar’ın şiirlerinden dizelerin yer aldığı kitabeler var. Tebriz’de Şehriyar’a dair izler taşıyan tek yer bu anıt mezar değil. Aynı zamanda şehir içinde, dar bir sokak arasında, Şehriyar’ın sağlığında hayatını geçirdiği, bugün ise müzeye dönüştürülmüş evi yer alıyor. Mütevazi bir şekilde döşenmiş evde şairin yaşamından izler taşıyan eşyalar, fotoğraflar ve eserleri sergileniyor.

Buradan, içinde Tebriz’in başka bir büyük şairinin heykeli olan Hakani Bahçesi’ne geçiyoruz. Bahçenin hemen sağ arka tarafında, dış cephesi çinilerle süslü olan ünlü Mavi Camii (Mescid-i Kabud) yer alıyor. 1449 yılında Karakoyunlular tarafından yapılmış olan bu cami, geçirdiği birçok depremden sonra yıpranmış olsa da, içindeki ve dışındaki çiniler hala güzelliğini korumakta. Caminin iç kısmındaki duvar süslemeleri ve minyatür tuğla taşlarla örülmüş geniş kubbesi görülmeye değer. Restorasyon çalışmalarının uzun süredir devam ettiği cami bu hali ile bile, “İslam’ın Turkuazı” nitelemesini hak ediyor.

Tebriz’de gezilebilecek birçok güzel müze var. Bunlar içinde belki de en görülmeye değer olanı Azerbeycan Müzesi. Üç kattan oluşan müzenin içi son derece iyi ışıklandırılmış. Müzede bulunan Etnografik eserler bölümünde, bölgede daha önce yaşayan çeşitli göçebelerin giysilerinden ve eşyalarından örnekler var. Arkeolojik eserler bölümünde ise, 4000 yıl öncesine kadar uzanan çeşitli buluntular sergileniyor. Üst katta, farklı dönemlerden kalma para örnekleri, minyatür motifli kase ve vazoları görmeniz mümkün. Müzenin en alt katında yer alan Anayasa Devrimi bölümünde ise, Tebriz’in yakın tarihine ait siyasi olaylardan fotoğraflar ve insanlığın doğuşu, gelişimi ve eski dönemlerde çekilen işkencelerin resmedildiği heykel figürleri görülebilir.

Müze çıkışında bizi bekleyen taksiye binerek, Tebriz’in tarihi Yangın Söndürme Kulesi’nin önünden geçerek  geniş bir meydana geliyoruz. Burada, 19. Yüzyıl sonunda Almanlar tarafından yaptırılmış belediye binası ve bu binanın dış cephesinde dört bir yandan görülebilen 30 metre yüksekliğinde bir saat kulesi bulunuyor. Şoförümüz saat kulesi binasının ve saatin sesinin 25-30 kilometre mesafeden bile rahatlıkla görüldüğünü ve duyulduğunu söylüyor. Belediye Sarayı’nın hemen yakınında bir Ermeni Kilisesi gözümüze çarpıyor. Kiliseye girmek için kapıyı çaldığımızda açan olmuyor. Ertesi gün gittiğimiz, güzel bir bahçe içinde yer alan Meryem Ana Kilisesi’nin kapısından içeri girmek istediğimizde de görevli izin vermiyor. O kadar ki, kilisenin dış kapısından fotoğraf almamız bile engelleniyor. Sebebini sorduğumda, devlet yöneticilerinin müslümanların kiliseye sokulmaması yönünde talimatı olduğunu, kendisinin yapacak birşeyi olmadığını ifade ediyor. Biraz şaşkın, biraz sinirli bir şekilde, bir kare bile fotoğraf çekemeden ayrılmak zorunda kalıyoruz.

Müzeler geçidinde ikinci durağımız Meşrutiyet Müzesi. Müze, 20. Yüzyıl başında İran’ın bağımsızlık mücadelesinde vatanseverlere kucak açmış bir İranlının evi olma özelliğini taşıyor. Evin bahçesinde, mücadelenin önderlerinden Bagir Han ile Settar Han kardeşlerin heykelleri var. Mevsim kış olduğundan bahçedeki ağaçlar kurumuş. Müzenin içinde, bağımsızlık savaşında katkıları olan önemli şahsiyetlerin heykelleri, eskiden kullanılan yazı ve baskı malzemeleri, geçmiş dönemde basılmış gazeteler ve tarihi dokümanlar bulunuyor. Müze evde, orijinal hali ile muhafaza edilmiş işlemeli kapılar ve renkli vitraylar da görülmeye değer.

Tebriz’in çarşılarını gezmeye başlamadan önce, 15. Yüzyılda yapılmış olan Arg-e Alişah Camisi’ne uğruyoruz. Fotoğraflardaki otantik görüntüsünden etkilenerek gezmek istediğimiz bu camide restorasyon çalışmaları devam ettiği için gezmemize izin verilmiyor. Çaresiz, bir sonraki durağımız olan Mescid-i Cami’ye geçiyoruz.. Selçuklular döneminden kalma bu iki minareli caminin avlu kısmında, sarıklı mollalar ısınmak için odun sobası başına toplanmış sohbet ediyor. Burası günümüzde daha çok dini bir okul hüviyetinde. Caminin küçük kırmızı tuğlalarla örülmüş iç kısmı altıgen biçiminde. Özellikle kuzey cephedeki vitrayların görüntüsü etkileyici. Şiraz ve Tahran’da gezdiğim, iç mekanı aynalarla süslü camilerden sonra, mütevazi iç dekorasyonu ve Orta Anadolu’daki örneklerine benzer sadeliği ile bu cami içime derin bir huzur veriyor.

Tebriz’in Çarşıları

Tebriz’in çevresi ile birlikte nüfusu 2 milyona yaklaşıyor. Burada yaşayanların çoğu Azeri Türkü. Başlıca geçim kaynakları halıcılık, el sanatları, dokumacılık ve hazır giyim. Aslına bakarsanız hem Tebriz hem de Tahran’da yaşayan Azerilerin çoğu ticaretle uğraşıyorlar. Cadde ve pazarları gezerken bunu daha iyi anlıyorsunuz. Tahran’da konuştuğum İranlılar tüm ülkede ticaretin Azerilerin elinde olmasından dolayı rahatsız.

Tebriz’de birçok pazar ve kapalıçarşı var. Bunlardan biri Amir Pazar. Kapalı bir çarşı hüviyetinde olan bu pazarda ağırlıklı olarak kuyumcu dükkanları bulunuyor. İstanbul’daki Kapalıçarşı ile karşılaştırıldığında çok daha yerel ve kalabalık. Çarşıda kuyumcular dışında antika eşya ve halı satan dükkanlar da var.

Mescid-i Cami’nin bahçe kısmından geçip devam ettiğinizde ise, kendinizi dünyanın en büyük halı pazarlarından birini içinde barındıran Tebriz Pazarı’nda buluyorsunuz. 13. Yüzyılda yapılan bu Kapalıçarşı’da, çoğu 5-10 metrekarelik dükkanlarda, üzerine farklı renkte ipliklerle değişik motifler işlenmiş halıları çerçeveleyen tablolar satılıyor. Halı tabloların fiyatı, ebatı ve kalitesine göre 100 ila 1000 Dolar arasında değişiyor. Dükkanlar dışında, çarşının koridorlarında da ayaklı bir halı borsası var. İşportacılar parça usulü halı satarak geçimlerini temin etmeye çalışıyor. Tam da biz bu işportacıların arasından geçerken çarşıda bir anda arbede yaşanıyor. Polis, Türkiye’de görmeye alışık olmadığımız sert bir uslüpte işportacıları yakalamak üzere müdahale ediyor.

Çarşıda esas halı pazarının bulunduğu Muzafferiyan Han’ın içine ise, ziyaret ettiğimiz gün Şiilerin kutsal kabul ettiği 12 imamdan birinin ölüm yıldönümüne rastladığı için, erken kapandığından giremiyoruz. Akşam sohbet ettiğimiz arkadaşımın amcası, hanın içinde asansörle aşağıya inilen özel bir mekanın bulunduğunu ve özellikle zengin turistlere burada büyük boy ve kaliteli halıların teşhir edildiğini söylüyor. Hanın içinde satılan halıların fiyatları ise 10,000 ila 30,000 Dolar arasında değişiyor. Tebriz gezim İran yolculuğumun sonuna denk geldiği için, kısıtlı bütçem nedeni ile istemeye istemeye de olsa çarşıdan  halı alamadan eli boş ayrılmak zorunda kalıyorum. Buraya ilişkin son notum esnafın yas günü kutlaması ile ilgili. Çarşı esnafı kutsal kabul ettikleri imamlardan birinin ölüm yıldönümü olduğunda, bunu dükkanlarına siyah bayrak asarak yad ediyor. Doğum günlerinde ise bu bayrağın rengi yeşil oluyor.

Halı Pazarı’na veda etmeden önce, ağız tadına düşkün olan İran’lı arkadaşımın önerisi üzerine Tebriz’in ünlü Çello Kebabını yemek üzere, çarşı içinde meşhur bir esnaf lokantası olan Hacı Ali’ye giriyoruz. İşletmesi babadan oğula intikal eden bu asırlık lokantada yediğimiz kebap gerçekten de çok leziz. Çello Kebabın iki şekli bulunuyor. Bunlar; Kubide ve Berg. Kubide tamamen etten yapılıyor ve kuru soğanla birlikte yeniyor. Berg’in içine ise, et dışında başka malzemeler de ilave ediliyor. Tam olmasa da, tadı Adana Kebabı andırıyor. Lezzeti ise bence Kubide’den daha güzel. Eğer yolunuz bir gün Tebriz’e düşerse, bu salaş lokantada Çello Kebap yemeden geçmemenizi öneririm. Lokantada dikkatimi çeken bir başka husus da, masalarda tüm kaşık ve çatalların sıcak suyun içinde, bardakta tutulması. Çatal ve kaşığınızı bu bardaktan alarak silip kullanıyorsunuz. Lokanta sahibi bu uygulamayı sağlık açısından tatbik ettiklerini söylüyor.

Halı Pazarı’ndan sonra Kur’an Müzesi’ne geçiyoruz. Şehrin merkezine yakın bir yerde bulunan müzede farklı dönemlerden kalma değişik ebatta Kuran-ı Kerimler sergileniyor. Müzede ayrıca, üzerine ayetler yazılı giysiler, taslar ve başka araç-gereçler de bulunuyor. Mekanın en dikkat çekici tarafı ise, iç kısma açılan çift kanatlı giriş kapısı üzerinde bulunan el ve yüz suretleri. Falcıları hatırlatan bu simgeler kapının her iki kanadının üzerini kaplayacak şekilde yerleştirilmiş.

Sırada saat kulesinin arka tarafında yer alan Sanjesh (Ölçüm) Müzesi var. Burası, benim Tebriz’de belki de en keyif alarak gezdiğim yerlerin başında geliyor. Eski bir İran evinden müzeye dönüştürülmüş olan ve geniş bir bahçe içinde yer alan iki katlı bu mekan, özellikle 19. Yüzyıldan kalma, Fransız, İsviçre ve Alman yapımı farklı çeşit ve büyüklükte saatlere ev sahipliği yapıyor. Bunlar arasında; köstekli cep saatlerini, romen rakamlı duvar saatlerini, komodinlerin üzerini süsleyen, üzeri heykellerle süslü altın kaplamalı masa saatlerini sayabilirim. Güneş ışığının vitraylara yansıması, saatlerin altın yaldızlı görüntüsü ile birleşince ortaya seyrine doyumsuz bir manzara çıkıyor. Saatler dışında müzede, eskiden astronomik ölçümlerde kullanılan çeşitli araçlar ile farklı ölçüm ve tartı aletleri de sergileniyor. Bu tartılardan bir kısmının bugün bile pazarlarda kullanıldığını düşünmek insanı tebessüm ettiriyor.

ElGoli Bahçesi’nde günü noktalamadan önce, son olarak Tebriz İslami Sanatlar Üniversitesi’nde bulunan Mimarlık Fakültesi’ni geziyoruz. Gadaky, Ganjey ve Behnam adı verilen üç binadan oluşan Fakülte, aslında 19. Yüzyılda yapılmış ve daha önceleri İran’lı zengin bir aile tarafından konak olarak kullanılmış. Fakülteyi gezerken karşılaştığımız 70-75 yaşlarında bilge bir yönetici bize hiç üşenmeden tüm binaları gezdirerek, eski ve yeni işlevleri hakkında detaylı bilgiler veriyor. Binaların kapı, duvar ve şömine kısımları nadide motiflerle bezenmiş. Tavan motiflerinin bir kısmı da orijinal hali ile muhafaza edilmiş.

Yelda Gecesi ve ElGoli

Tebriz’de günü noktalamak için seçilebilecek en güzel mekan ElGoli Bahçesi. Büyük bir havuz ortasında yer alan ve 16. Yüzyılda yaptırılan ElGoli Sarayı’nın çevresi 60.000 metrekare büyüklüğünde bir park ile çevrili. Mevsim kış ve hava çok soğuk olduğundan, yazın içinde kayıkla gezilen havuzun suyu tamamen donmuş durumda. O kadar ki, biraz cesareti olanlar rahatça paten kayabilirler. Gün batımında, havanın kızıllığı buz pistinin ışıltısı ile birleşince seyrine doyum olmuyor. Karla kaplı bahçede artık havanın dondurucu soğuğu hakim. Parkın ışıkları yanarken, önce ellerimiz ve yüzümüz, sonra da bütün bedenimiz buz kesmeye başlıyor. Daha fazla inat etmeden kendimizi ElGoli Sarayı’nın içine atıyoruz.

İki katlı binanın içinde büyük bir restaurant var. Sıcak bir fincan çaydan sonra buranın meşhur sebze çorbasından sipariş veriyoruz. Methedildiği kadar var, gerçekten de çok leziz. Çorbadan sonra tadı hala damağımızda olan Çello Kebap’ın Kubide türünü ısmarlıyoruz. Tadı en az Hacı Ali lokantasındaki kadar leziz. Artık karnımız doymuş ve ısınmış durumdayız. Yemeğin üzerine içtiğimiz sıcak çay da cilası oluyor.

Aslında miladi takvimde 21 Aralık tarihine denk gelen bu gece, yılın en uzun gecesi ve İranlılar için büyük önem taşıyor. Bu gecenin onların dilindeki özel adı “Yelda Gecesi”. Sabahtan akşama, tüm gün boyunca gezdiğimiz her yerde gece için alışveriş yapan insanlara rastlıyoruz. İranlılar genellikle akşam yemeklerini saat 9’dan sonra yedikleri için, saat 7 civarı lokantada ben ve arkadaşım dışında hiç kimse yok. Biz de burada fazla oyalanmadan erkenden ayrılıp Azeri arkadaşımın akrabalarının toplandığı eve gitmek ve bu özel geceyi İran geleneklerine uygun şekilde birlikte kutlamak üzere yola koyuluyoruz.

Ellerimizde, hediye olarak pastahaneden aldığımız meşhur Tebriz kurabiyeleri ile eve geldiğimizde, tüm akrabalar arkadaşımın halasının evinde toplanmış bizi bekliyor. Başta anneannesi olmak üzere tüm aile fertleri beni çok sıcak bir muhabbetle karşılıyor. Tebriz’de komşuluk ilişkileri Tahran’dakine göre çok daha kuvvetli. Bunda, Türk nüfusun yoğun olmasının da payı büyük. İran’da Yelda Gecesi, Türkiye’deki yılbaşı gecesi gibi kutlanıyor. Başta karpuz olmak üzere, nar, elma, portakal, mandalina, envai çeşit kuruyemiş, pişmaniye, helva ve adını unuttuğum daha birçok tatlı sofrada yer alıyor. İkram edilen tatlıların hangisinden başlayacağımı bilemesem de, un helvasına öncelik vermeden edemiyorum. Bu kış, hepinizden önce lezzetli bir dilim karpuzu yemek de zannediyorum bana nasip oluyor. Gün içinde gezerken Tebriz sokaklarında da karpuz tezgahlarının çokluğu dikkatimi çekiyor. Tekirdağ tipi karpuzların çoğu bu dönem için önceden stoklanmış. Karpuz dışında Tebriz sokaklarında en fazla satılan ikinci meyve, İranlıların pişirip sıcak yedikleri bir tatlı çeşidi olan labu.

Bir taraftan tatlı, kuryemiş ve meyveleri mideye indirirken, diğer taraftan da ev halkı ile yarı Türkçe yarı Azeri lehçesinde koyu bir sohbete koyuluyoruz. Belli ki, Anavatandan bir Türkle Türkçe konuşmanın özlemi var hepsinin yüreğinde. Çoğu İranlının evinde olduğu gibi bu evde de uydu yayını olduğu için tüm Türk kanallarını izleme imkanı var. İki ay aradan sonra bu gece ilk defa İran’da yeniden bir Türk televizyon kanalını izlemenin keyfini yaşıyorum. Saat gece yarısına yaklaşırken bu sıcak sohbeti noktalayarak, geceyi geçirmek üzere arkadaşımın anneannesinin evine geçiyoruz. Evin içi buz gibi. Paltolarımızı çıkarmadan hemen elektrik sobasını yakıyoruz. Oda yavaş yavaş ısınmaya başlarken, yorgunluğa mağlup düşen kaslarım yavaş yavaş gevşiyor. Kanepeye uzanıp yorganın altına girmemle gözlerimi kapamam bir oluyor.

İran’ın Kapadokyası: Kendovan

Tebriz’deki ikinci güne, sabahın ayazı ile soğumuş salonda iyice yorgana sarınmış bir şekilde uyanıyorum. Azeri arkadaşım soğuğa hiç aldırış etmeden, sabah erkenden buraya has olduğunu söylediği susamlı taze lavaş ekmeğini almak üzere fırının yolunu tutuyor. Ben ise uykulu gözlerle çayı demlemeye koyuluyorum. Yelda Gecesi sabahında herkes yatağında mışıl mışıl uyurken, biz gezgin diriliği ile ayaktayız. Saat sekizi gösterirken, peynir, yağ, reçel ve taze lavaş ekmeğinden oluşan kahvaltımızı yapmak üzere mütevazi yer sofrasına oturuyoruz. Kahvaltıdan sonra hiç vakit kaybetmeden bizi almaya gelen taksiye binmek üzere dışarı çıkıyoruz. Hava soğuk olmasına rağmen, güneş pırıl pırıl parlıyor. Bu, günün güzel ve keyifli geçeceğinin bir işareti.

Bugün istikametimizde, İran’ın Kapadokyası olarak nitelenen ve Tebriz’e yaklaşık 65 km uzaklıkta bulunan Kendovan var. Mesafe çok uzak olmasa da, yol dolambaçlı olduğundan, yolculuğumuz 1 saate yakın sürüyor. Yolun her iki tarafı da karla kaplı olmasına rağmen, asfalt yol tertemiz. Ascur Kasabası’ndan geçerek ilerlediğimiz yol üzerinde traktör ve petrokimya fabrikalarına rastlıyoruz. Kendovan, Sahand Dağlarının çevrelediği yolun devamında yer alıyor.

Kendovan’ın girişine geldiğimizde karşılaştığımız manzara, Türkiye’deki Kapadokya Bölgesi’nin tipik bir benzeri. Kayalar içine oyulmuş derme çatma evlerde insanlar yaşam mücadelesi veriyor. Günlerdir yağan karın kayganlaştırdığı dik toprak zeminde bu evleri yakından görmek için ilerlemeye başlıyoruz. Basit bir tarzda ve sık aralıklarla, koni biçimindeki kayaların içine oyulmuş evlerin hemen hemen tümünün tarzı aynı. Dış cephede kayanın üzerine açılmış ufak bir pencere, iç kısımda ise tek veya iki göz, kireç badanalı odalar var. Evlerde en az 3-4 kişi bir arada yaşamaya çalışıyor. Her evin yanında hayvanların barınması için yapılmış küçük bir ağıl var. Burada hayvanlar, sağlıksız bir ortamda, sıkış tıkış yaşıyor. Ağılın üzerine ise içerideki kokunun dışarı çıkması için dar bir delik açılmış. Evler arasında gezinirken, yerlerde hayvan dışkılarına rastlıyor ve ağıldan dışarı sızan kesif tezek kokusunu soluyoruz. Yöre halkı geçimini hayvanlar için topladıkları yoncayı satarak karşılamaya çalışıyor.

Kendovan artık turistik bir yerleşim birimi niteliği kazanmış. Bu nedenle yöre halkının gözü de yavaş yavaş açılmaya başlamış. Bölge devlet tarafından sit alanı ilan edildiğinden, şimdilerde burada oturanların evlerini satmalarına izin verilmiyor. Evlerin fiyatı da son dönemde önemli ölçüde artmış. Burada yaşayanlar köylerine olan bu ilginin artmasından memnun ve bundan menfaat sağlama çabası içine girmişler. Bizler gibi evlerine konuk ettikleri turistlerden ikram ettikleri bir bardak çay karşılığında para talep ediyorlar. Evler arasında, köy halkının kendi ürettiği el işlerini satmaya çalıştığı bir de sergi açılmış.

Kendovan’ın bir başka özelliği de, başta fıstık olmak üzere nefis kuruyemiş, halis bal, kurutulmuş kayısı, peksimet ve adını unuttuğum daha birçok ürünün satıldığı köylü pazarı. Yanından şırıl şırıl bir derenin aktığı pazarı gezerken, her esnaf ısrarla kendisinden alışveriş etmemizi istiyor. O kadar ki, bir esnaftan aldığımız bir ürün diğer esnafları hayli kızdırıyor. Belli ki buraya, Amerika’nın kendisinden önce, kapitalizmin acımasız rekabet anlayışı girmiş. Kendovan’ın özelliklerinden biri de dağlardan akıp gelen şifalı suyu. Bu suyun özellikle böbrek hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Uzak yerlerden buraya gelen insanlar bidonlarla su taşıyorlar evlerine. Biz de, buz tutmuş bir çeşmenin başına geçerek, avucumuzla bu şifalı sudan kana kana içiyoruz.

Şairler Şehrine Veda…

Kendovan’dan Tebriz’e geri dönerken, pazardan aldığımız fıstıkları atıştırıyoruz. Kendovan gezisi planladığımızdan uzun sürdüğü için, yeni bir yer görmek için fazla zamanımız yok. Biz de bunun üzerine dün olduğu gibi bugün de ElGoli’ye gitmeye karar veriyoruz. Dünden farklı olarak bugün bahçeye üst kapıdan giriyoruz. Hava güneşli ve ılıman olduğu için dün akşamki gibi acele etmemize gerek yok. Geniş bir alana yayılmış parkta, yer yer karlarla kaplı yemyeşil bir görüntü hakim. Özellikle hafta sonları Tebriz halkı, ya çay bahçelerinde oturmak ya da yürüyüş ve spor yapmak için buraya akın ediyor. ElGoli Sarayı’nın kuşbakışı manzarası, gün batımı manzarası kadar büyüleyici. ElGoli’nin hemen dışında, üst arka tarafında, Tebriz’in en büyük ve lüks otellerinden biri olan Pars International Hotel yükseliyor. Silindir tarzı bir mimari yapıya sahip olan otel Tebriz’de konaklanabilecek yerlerin başında geliyor.

Tebriz’e ilişkin notlarımı, birkaç hususu daha sizinle paylaşarak tamamlamak istiyorum. Öncelikle, gezim sırasında Tebriz’e karayolu ile 3-4 saat mesafede bulunan ve görülmesi gereken yerler arasında yer alan Urumiye ve Jolfa gibi turistik mekanlara zaman darlığı nedeniyle gidemediğimi söylemeliyim. Türkiye’nin doğu sınırına komşu olan bu yerlere gitmek için en uygun mevsim ise bahar ayları. Doğal bir güzelliğe ve zengin tuz yataklarına sahip olan Urumiye’de ağırlıklı olarak Kürtler yaşadığı için, buraya gideceklerin konuşmalarına dikkat etmelerinde fayda var. Aras Nehri kıyısına komşu olan Jolfa ise, 11. Yüzyılda yapılmış Saint Stepanous Kilisesi’ne ev sahipliği yapıyor. Bu kilise dışında Jolfa’da görülmesi gereken başka yerler olduğunu da öğreniyorum. Kısaca aldığım tüm bilgiler, Tebriz’i hakkıyla gezebilmek için buraya en az 3-4 gün ayrılmasını gerektiriyor.

Ne yazık ki, bu gezinin de sonuna yaklaşıyoruz. Uçağına binmek için havalimanına geldiğimizde, kontrol noktalarından geçerken, iki farklı kontrol noktasında fotoğraf makinam açtırılıp, didik didik aranıyor. Görevlilerin iddiası makinayı tanımadıkları yönünde. Polise laf anlatmanın imkanı olmadığından, çaresiz sabrediyorum. Dün sabah Tebriz’e ayak bastığımda otelde karşılaştığım muameleden sonra, dönüşte de bu tip bir muameleye maruz kalmak sinirlerimi bozuyor. Buna bir de Tahran’daki olumsuz hava şartları neticesinde uçağımızın 2 saat rötar yapması eklenince sinir katsayım sonsuza limit çiziyor. Polisin nemrut davranışları ve rötar karşısından insanlar tepkisiz. Belli ki mevcut rejim insanları iyice sindirmiş. Herkes başına bir şey gelmesinden endişe ediyor.

Akşam saat 9:00’a yaklaşırken, beklemekten bitkin düşmüş bir şekilde uçağa adım atıyoruz. Tahran semalarına geldiğimizde, kötü hava şartları birkaç defa türbülans yaşamamıza neden oluyor. Ayağımızı yere sağ salim bastığımızda, rahat bir nefes alıyoruz. Gece geç saatte oteldeki odamın kapısını açıp içeri girdiğimde, Şehriyar’ın dediği gibi “baht sarayındaki odama yıldızlar yağmaya başlarken”, kendimi beyaz çarşafların yumuşak kollarına teslim ediyorum.

Doç.Dr. Mustafa K. YILMAZ

İlgili Yazılar

Yazılarım

İznik – Çini Motifleri İle Süslü Tarih İzleri

Doğanın kış uykusundan uyandığı, ilkbaharın rengarenk çiçekler ile ağaçların dallarını süslediği Nisan ayında, ara...

Tokat – Karadenizden İç Anadoluya Uzanan Zümrüt Yeşili Bir...

Yazın bu sıcak günlerinde herkes tatil için Ege ve Akdeniz Bölgesi’ndeki tatil beldelerine akın...

Marmara Adası – Çınar Ağaçlarının Gölgesinde Ada Sefası

Çoğumuz için adalar, yazın sıcak günlerinde serin bir deniz esintisinin ferahlığını hissedebileceğimiz, trafik gürültüsünün...

Erzurum – Dadaş Ellerinde Yaz Sefası

Kadim çocukluk arkadaşımla birlikte yazın bunaltıcı sıcaklarından kaçmak için nereye gidelim diye düşünürken,Dadaşlar Diyarı...

Pamukkale / Denizli – Anemonların Kucağında Uzanan Bir Asil...

İlkbahar yağmurlarının hayat verdiği doğanın kucağında, pembe-beyaz perçemlerini aralayan çiçeklerin yeşilin binbir tonu ile...

Kütahya – Frig Vadisi’nin Çintemanisi

Tebdil-i mekanda ferahlık olsa da, bazen iş seyahatleri birbirinin peşi sıra gelince sıkıntı verici...

Kategoriler

Yorumlarınız