İlkbahar yağmurlarının hayat verdiği doğanın kucağında, pembe-beyaz perçemlerini aralayan çiçeklerin yeşilin binbir tonu ile flört etmeye başladığı Nisan ayının ilk günlerinde bu ilahi güzellik ile gözbebeklerimizi buluşturabilmek sevdasıyla yollara düşüyoruz. Rotamız Pamukkale. Sonraki gezilerimize ortak etmeyi düşündüğümüz Ömerimizi Bandırma’ya anneannesinin yanına bıraktıktan sonra yola koyuluyoruz. Güzergahımız Bandırma-Balıkesir-İzmir hattını izleyerek, İzmir-Aydın otobanını kullanıp, Aydın-Denizli yolu üzerinden Pamukkale’ye ulaşmak.
Hafta içi olduğundan yollar kalabalık değil. Doğa yeni yeni canlanmaya başladığı için her yer kıpır kıpır. Manisa sonrasında sağlı sollu sıralanmış üzüm bağları, tıpkı bir orduyu oluşturan kıtalar gibi intizamlı. İzmir-Aydın otobanından Aydın çıkışında ayrıldıktan sonra, Aydın-Denizli arasındaki yol otoban olmasa da rahat. Denizli’ye 30-35 km kala Pamukkale levhasını görünce, tahminimizden önce menzile ulaşmanın heyecanı ile sola sapıyoruz. Tomurcukları açmak üzere olan meyve ağaçlarının süslediği dar bir tali yolu 10-15 dakika takip ettikten sonra Akköy’den geçerek otelimizin bulunduğuKarahayıt Kasabası’na ulaşıyoruz. Otelimiz, kasabanın çıkışında bulunan dört yıldızlı Richmond Termal. Eski bir otel olmasına karşın, konuklarına sunduğu imkanlar ve personelinin güleryüzü memnuniyet verici.
Kırmızısu Bölgesi
Yol yorgunluğunun da etkisi ile sağlam bir uyku çektikten sonra ertesi gün rehberimiz Orhan Bey ile birlikte çevreyi gezmeye başlıyoruz. İlk durağımız Karahayıt Kasabası’ndaki “Kırmızısu Kaplıcası”. Yaklaşık 500 metrekarelik bir alana yayılmış olan bu bölgede 60 derece sıcaklığında şifalı termal sular çıkıyor. İçinde demir, bakır ile belli ölçüde kükürt ve kalsiyum karbonat bulunan suyun çıktığı her yer sarı ile karışık kızıl bir renk almış durumda. Kalker oluşumlar üzerinde yer yer yeşilimsi tabakalar göze çarpıyor.Rehberimiz, bu renk ve biçimdeki oluşumların “pink terasus” adı ile Yeni Zelanda ve Avustralya’da da olduğunu söylüyor. Şifalı sular özellikle yara izlerine, romatizmaya, cilt ve deri hastalıkları ile eklem ağrılarına iyi geliyormuş.
Kırmızısu Kaplıcası’nın bulunduğu Karahayıt Kasabası Pamukkale’ye 5 km uzaklıkta ve Honaz Dağı, Baba Dağı ve Çal Dağı ile çevrili. Bu dağların zirvesinde kar hiç eksik olmuyor. Oteldeki odamızın balkonundan dağların karla kaplı zirvesini görebiliyoruz. Kasaba hızlı, ama plansız bir şekilde gelişmiş. Kasaba halkı, her yerden şifalı sular çıktığı için evlerini turistlere pansiyon olarak kullandırıyor. Bu girişimcilik ruhu 3-4 yıl önce başlamış olmakla birlikte, şimdilerde sağlık turizmi köy halkı için önemli bir kazanç kapısı haline gelmiş. Kasabanın çevresinde çok sayıda dört ve beş yıldızlı otelle birlikte, irili ufaklı birçok konaklama tesisi var. Özellikle Mayıs-Ağustos döneminde otellerdeki doluluk oranı % 100’e ulaşıyormuş. Konaklayanların çoğu günübirlik gelen yabancı turist grupları olsa da, tedavi amaçlı 2-3 hafta konaklamak üzere gelen yerli ve yabancı turist sayısı hiç de az değil. Otellerin hemen hemen hepsinin içinde bir termal havuz, SPA ve hamam ünitesi var. Termal havuzlara girildiğinde en fazla 10-15 dakikalık sürelerle suyun içinde kalınması tavsiye ediliyor. Aksi takdirde, vücudunuzda bir rahatsızlık, kalp ritminizde bir bozulma, tansiyonunuzda bir düzensizlik hissedebilirsiniz.
Hierapolis Antik Kenti
Pamukkale denince ilk akla gelen yer travertenler ve onun hemen yanı başında bulunan Hierapolis Antik Kenti. İsmini Bergama’nın kurucusu Talephos’un karısı, Hieda’dan almış olan Hierapolis, eski Yunan medeniyetinin geliştiği önemli merkezlerden biri. Tarihi M.Ö 200’e kadar uzanan bu antik kent Haziran-Ağustos ayları arasında günde ortalama 8000 kişiyi ağırlıyor. Günümüzde de kazı çalışmalarının tüm hızı ile devam ettiği Hierapolis’in biri Kuzey diğeri ise Güney tarafında olmak üzere, aralarında 2km mesafe olan iki giriş kapısı bulunuyor.
Hierapolis’in Güney Kapısı’nın olduğu bölgeye “İyonya” deniyor. Buraya verilen bir başka ad da“Yukarı Şehir” anlamına gelen “Akrepolis”. Bu bölgedeki en iyi korunmuş eser, yamaca dayalı bir şekilde yapılmış, 125 basamaklı, 15.000 kişi kapasiteli amfi tiyatro. Antik tiyatronun bütününde Yunan mimarisi hakim olmakla birlikte, sahne kısmının arka tarafı Roma mimarisi tarzında yapılmış. İlk restorasyon çalışmaları M.S 2-3. yüzyıllarda yapılan ve yaklaşık 1 asır süren Akrepolis’de diğer dikkat çekici yer sekizgen biçimli mimari yapısı ile Saint Philipp Kilisesi. Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Philipp’in burada öldürülmesi nedeni ile burası Hıristiyanların kutsal mekanlarından birine dönüşmüş. Yakın zamanda, Çal dağı eteklerinde bulunan bu kiliseye ulaşmak için kullanılan bir yol ortaya çıkarılmış. Roma ve Bizans döneminden kalma antik kentin kalıntılarını gezerken bir taraftan da gözümüz dört bir yanı saran ve anemon adı verilen kırmızı dağ lalelerinde. Anemonlar kadar dikkatimizi çeken bir başka şey de, kollarına takmış oldukları sepetlere salyangoz dolduran kadınlar. Toplanan bu salyangozlar tüccarlara satılıyor ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’ya ihraç ediliyormuş.
Güney Kapısı tarafında görülmesi gereken bir başka yer de Hamamlar. Rehberimiz, Roma döneminde meclis hamamları ve halk hamamları olmak üzere iki ayrı tipte hamamın olduğunu, Romalıların suyun rahatlığını yaşamak için haftanın dört günü hamamları kullandığını, şehre dışarıdan gelenlerin hamama gönderilip iyice temizlendikten sonra, kendilerine terziler tarafından dikilen elbiseler giydirilerek şehre alındığını söylüyor. Hierapolis Arkeoloji Müzesi de eskiden hamam olarak kullanılan yerde bulunuyor ve üç ayrı bölümden (sıcak su, ılık su ve soğuk su) oluşuyor. Müzedeki en kayda değer eserler mitolojik tanrı heykelleri ile lahit mezarlar. Müzenin hemen arka tarafında turistlerin termal sularda, zeminini tarihi kalıntıların süslediği turkuaz renkli bir havuzda yorgunluk atıp yüzebileceği ve birşeyler yiyip içebileceği güzel bir dinlenme mekanı da var.
Hierapolis gezi alanına diğer giriş Kuzey Kapısı’ndan yapılıyor. Bu bölgeye, çok sayıda mezar bulunduğu için “Ölüler Şehri” manasına gelen “Nekropolis” deniyor. Sağlı sollu taş kapaklı mezarların sıralandığı geniş taş döşeli yoldan ilerleyerek gezdiğimiz parkurun her tarafı irili ufaklı tümülüs, lahit ve ev tipi mezarlarla dolu. Bazılarının kapağı ilk günkü kadar sağlam, bazıları ise depremler nedeniyle kırılmış veya hasar görmüş. Üçgen biçimli çatı tarzı ile boy gösteren aile mezarları iki katlı bir yapıya sahip. Mezarların alt katı kemiklere ayrılmış.
Mezarları yavaş yavaş gerimizde bıraktığımız bir noktada, kendimizi bir anda servi ağaçları, papatyalar ve anemonların süslediği muhteşem bir portrenin ortasında buluyoruz. Adeta bir anda arkeolojiden natür morta geçiş yapmış durumdayız. İstemeye istemeye de olsa bu cennet bahçesinden ayrılıp geniş mermer taşlarla döşeli sütunlu bir caddeden geçerek Güney Kapısı’nın girişine doğru geliyoruz. Bu bölümde, özellikle Güney Kapısı ile sütunlu cadde arasında kalan kısımda yer alan ve antik kenti bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla dolaşan su kanalları dar-uzun görüntüleri ile hayranlık uyandırıyor.
Hierapolis’te arkeolojik kazı çalışmaları İtalyanlar tarafından yürütülüyor ve kuru mevsim olarak kabul edilen Mayıs-Ağustos aylarında yapılmasına izin veriliyor. Buraları gezmek için en uygun zaman ise Nisan-Mayıs veya Eylül-Ekim ayları. Bu aylarda hem hava fazla sıcak değil, hem de turist yoğunluğu daha az. Antik kentin tamamını sindirerek gezebilmeniz için buraya en az 3 saat ayırmanız gerekli. Müze kartınız var ise bu ören yerini ücretsiz olarak gezme imkanınız var. Ören yeri girişi bahar aylarında 17:00-17:30 saatlerinde kapanıyor. Arabanızla gelip, burayı 2 gün arka arkaya gezmek isterseniz, ikinci günü bedavaya getirebilmek için ilk gün aldığınız otopark fişinizi saklamanız yeterli. Hierapolis’i Kuzey Kapısı’ndan başlayıp Güney Kapısı’na doğru ilerleyerek gezdiğiniz ve dönüşte aynı mesafeyi yürümeye üşendiğiniz takdirde, sizi giriş yaptığınız kapıya kadar ücreti mukabili götürecek ring seferleri yapan minibüsler bulunuyor.
Eski Zarafetinin Peşinde Bir Güzel: Pamukkale
İlk gün ikinci durağımız, kar beyazı travertenleri ile bölgeye ismini vermiş olan Pamukkale.Hierapolis’in 10-15 kilometre ilerisinde bulunan Pamukkale deniz seviyesinden yaklaşık 400 metre yükseklikte ve 900 dekarlık bir alana yayılmış bulunuyor. 14000 sene öncesinden oluşumuna başlayan travertenler taraçalar şeklinde salınarak tepeden yola doğru uzanıyor. Eski beyaz görüntüsüne kavuşturulabilmesi için UNESCO’nun el attığı ve “Dünya Kültür Mirası Listesi”ne aldığı Pamukkale’yi fotoğraflamak için ilk durak yerimiz, renovasyon çalışmaları kapsamında gezi alanının hemen alt tarafında yeni yapılmış olan, termal suların aktığı güzel bir park. Bu parktan yukarı doğru çıkan yol sizi Pamukkale’nin kar beyazı güzelliklerine götürüyor. Her ne kadar kar kadar yumuşak olmasa da şifalı sular ile kirecin tortulaştığı kırmızı-beyaz renkli kayalar üzerinde, çıplak ayakla yürünmesine izin verilen alanda, ayağımın kaymamasına dikkat ederek yürümeye çalışmak bile ayrı bir keyif. Çevresindeki otellerin 2001 yılından sonra yıkılması ve suyun kontrollü olarak verilmesi sonucunda travertenler ve daha önce suyu çekilmiş olan havuzlar şimdilerde turkuaz renkli suları ile yeniden pamuk kıvamındaki görüntülerine kavuşma yolunda. Bu amaçla, UNESCO’nun öncülüğünde, bir İtalyan Üniversitesinin sorumluluğunda 7 yılda tamamlanması hedeflenen uzun vadeli bir proje yürütülüyor.
Vakit öğleyi biraz geçerken, travertenleri gerimizde bırakıp başka bir antik kent olanAphrodisias’ın yolunu tutuyoruz. Yolumuz biraz uzun biz de aç olunca, yol üzerinde Kızılcabölük’deDenizli’nin meşhur tandır kebabını tatmak için mola veriyoruz. Burada, odun ateşinde kendi yağı ile pişmiş, yağlarının aktığı pideye serili olarak servis edilen tandırı, beraberinde getirilen domates, kuru soğan ve süzme yoğurt eşliğinde afiyetle mideye indiriyoruz. Tadı damağımızda kalmış bir şekilde Kardeşler Kebap lokantasından çıkarken, Konya’nın kuyu kebabı ile meşhur Tokat kebabının ötesinde bir lezzeti damağımızla buluşturmuş olmanın keyfi var dudaklarımızda.
Muhteşem Bir Tarih Mirası: Aphrodisias
Türkiye’deki en önemli, ancak belki de en az bilinen antik kentlerden biri olan AphrodisiasPamukkale’ye 120 km mesafede, Geyre Kasabası’nın yakınında bulunuyor. 547 hektar büyüklüğünde bir alana yayılmış bulunan antik kentte ilk kazılara 1904 yılında başlanmış olmakla birlikte, antik kentin ayağa kaldırılması 1960’lı yıllarda Prof.Dr. Kenan Erim tarafından başlatılan çalışmalar sonrasında balşarılmış. Tam 30 yıl boyunca Aphrodisias’ın ortaya çıkarılması çalışmaları ile uğraşan Prof. Erim 1990 yılında vefat ettiğinde, kendisine kadirşinaslık gösterilerek vasiyeti üzerine Bakanlar Kurulu’nun karar ile buraya gömülmüş. Mezarı, % 80’ini ortaya çıkardığı antik kentin giriş kapısının hemen sağ tarafında bulunuyor.
Biz de hatırasına saygı duyarak antik kenti gezmeye Prof.Dr. Kenan Erim’in ikamet ettiği ve çalışmalarını gerçekleştirdiği evin önünden başlıyoruz. Alçak avlulu, Ege yöresi tarzında yapılmış bu evin devamında, duvarlara yaslanmış ve üzerlerinde farklı karakterleri sembolize eden çok sayıda maskın yer aldığı tarihi mermer kalıntılar bulunuyor. Mermerler üzerindeki bu masklar belki de o dönemde tiyatroya ne kadar önem verildiğinin en açık kanıtı. Kalıntılar arasında ilerlerken sağlı sollu sütunların dizili olduğu bir caddeye geliyoruz. Bu caddenin hemen üst tarafında, alt seyir kısmı büyük ölçüde açığa çıkarılmış, üst seyir kısmı ise hala harap durumda bulunan 10000 kişilik bir antik tiyatro var. Tiyatronun biraz ilerisinde ise, 280 metre uzunluğunda, sağ tarafında sütunlar bulunan büyük bir havuzun başlangıç ve bitiş bölümlerine ait kalıntılar yer alıyor. Zemin kısmı tamamen mermerle kaplı olan havuz, belki de antik kentin en orijinal bölümü. Havuzun arka tarafına doğru dolaştığınızda ise, Bazilikanın olduğu bölüme geliyorsunuz. Antik kentin bir başka dikkat çekici yeri de sahip olduğu muhteşem stadyum. Dört bir yanındaki tribünleri hasar görmüş olsa da 362 x 59 metre boyutlarındaki 30000 kişilik bu spor alanı hala ayakta. Önceleri olimpiyat oyunlarının yapıldığı bir yer olarak kullanılan bu stadyum, daha sonraları Romada çıkan ekonomik kriz neticesinde tiyatroya dönüştürülmüş. Stadyumun seyir yerlerinin alt tarafında yer alan, atlı arabalar ile yırtıcı hayvanların çıkış yaptığı tünellerin ağız kısımları kısmi olarak çimlerle kapanmış olsa da hala eskisi gibi görkemli. Stadyumdan ileriye doğru gidildiğinde, % 80’i tamamlanmış olan antik kentin giriş kapısına ulaşılıyor. Taşların kapıya orijinal şekli ile özenle yerleştirildiği, kolonlar üzerinde yükselen mermer giriş kapısı, üçgen yapılı baş kısmı ile adeta yüzyıllara meydan okurcasına hala ayakta.
Aphrodisias’da gezilmesi gereken ve üç ayrı bölümden oluşan bir de müze var. Bu bölümlerden iki tanesi antik kentten çıkan eserlerin sergilendiği büyük bir binanın iç kısımlarını oluşturuyor. Sonradan Koç Ailesi tarafından sponsor olunarak yaptırılan diğer prefabrik bölümde ise yekpare biçimde çıkarılmış heykeller (mitolojik tanrı heykelleri) ile Aphrodit’in mavi atı sergileniyor. Modern bir tarzda inşaa edilmiş ve ışıklandırılmış prefabrik yapının alt kısmında ise antik kentten çıkarılmış diğer eserlerin bulunduğu bir depo var. Zemine yerleştirilmiş dikdörtgen biçimli camlı bölmeden depoda neler olduğu kısmi de olsa görülebiliyor. İçinde olduğu gibi Aphrodisias’ın bahçesinde de yekpare biçimde çıkarılmış yirmiyi aşkın, çoğu lahit biçiminde, üzerinde farklı kabartmaların resmedildiği mermer mezarlar yer alıyor.
Aphrodisias gezimizin hoşuma gitmeyen tek tarafı ise, arabayı gezi alanının yaklaşık 100 metre gerisine park edip, 7 TL ödedikten sonra traktör ile gezi alanına taşınmak oluyor. Gezi alanının yanında otopark yeri olmasına karşın, jandarma bölgesi olduğu için park ettirmiyorlar. Burayı gezmeye gelenler açısından son derece itici olduğunu düşündüğüm bu uygulamanın bir an önce düzeltilmesini temenni ediyorum.
Hava iyice bulutlanmaya ve yağmur öncü tanelerini üzerimize göndermeye başladığında artıkAphrodisias’dan ayrılmak üzereyiz. Antik kentten dönüşte sıkı bir yağmura yakalanıyoruz. Öyle ki; silecekler bile yağmurun hızına yetişemiyor. Bu hayülaya rağmen, rehberimizin bize önerdiği 84 katlı cevizli baklavayı tatmak için Tavas’a uğruyoruz. Her ne kadar 84 katlı olmasa da baklavanın tadı söylendiği kadar leziz. Tatlıyı yerken, rehberimiz içinde cevizden başka bir kuruyemiş (fıstık, fındık gibi) bulunan tatlıların Denizli çevresinde pek revaçta olmadığını, bunun ise yörede ceviz ağaçlarının çok olmasından kaynaklandığını söylüyor.
Bugün gezimizin son durağı olarak seçtiğimiz yer, Pamukkale’ye 18 km mesafede bulunan ve önemli bir Roma ve Bizans yerleşim alanı olan Laodikya. Bu antik yerleşim alanının ortaya çıkarılması 3-4 yıl öncesine dayanıyor. Kazı alanında ortaya çıkarılan zemini mermer taşlarla döşeli sütunlu cadde ve bu cadde üzerinde yer alan, üzerinde delikler bulunan farklı renkteki sütunlar görülmeye değer. Bu cadde dışında, kazı alanında ortaya çıkarılmış farklı boyutlardaki lahit mezarlar da dikkat çekiyor.
Çilli Horozun Çöplüğü: Denizli
Pamukkale’ye gelip de Denizli’ye uğramadan geçmek olmaz diyerek gezimizin ikinci gününü buraya ayırıyoruz. Denizli, ekonomik açıdan gelişmiş bir ilimiz. En önde gelen sektörler tekstil ve mermercilik. Her iki sektörde de üretimin önemli bir kısmı yurtdışına ihraç ediliyor. Bunun yanı sıra cam mamulleri üretimi de oldukça önemli bir sektör. İtalya’nın Venedik şehrinde gördüğümüz murano tipi cam işçiliğine benzer tarzda yapılmış renk renk, farklı motif ve desenlerin işlendiği cam ürünleri hayranlık uyandırıyor. Denizli ve çevresinde pamuk, tütün, nar, erik ve badem yetiştiriciliği ile tarla balıkçılığı (alabalık yetiştiriciliği) yapılıyor. Denizli çevresindeki Baba Dağı yamaç paraşütü yapanların ilk eğitim alanı. Denizli demişken çilli horozdan söz etmeden olmaz. Çevrede fazla horoz göremesek de simgesi her gittiğimiz yerde karşımıza çıkıyor. Eskiden kahvehanelerde yaptırılan horoz dövüşleri artık yasaklanmış. Bununla birlikte gizliden gizliye yapılmıyor değil.
Denizli’de ilk uğrak yerimiz “Kaleiçi Bölgesi”. Açık havada kurulmuş bir kapalıçarşı görüntüsü verenKaleiçi Bölgesi’nde konfeksiyondan züccaciyeye, bakırcıdan kuyumcuya, bakliyatçıdan kuruyemişçiye kadar her çeşit dükkan var. Bu nedenle de Denizli halkının en önemli uğrak yeri. Kapalıçarşının ana caddeye açılan yüzünde sağlı sollu sıralanmış çok sayıda tandır kebapçısı yer alıyor. Bunlar içinde en ünlüsü Enver Usta. İki katlı, toplamda 10-15 masanın bulunduğu bu nostaljik lokantada odun ateşinde pişen tandırı, üzerinde servis edildiği yağlı pidesi ile kuru soğan ve domates eşliğinde elimizle afiyetle yiyoruz. Elimizle diyorum, çünkü bu lokantada adet böyle, müşteriye çatal bıçak verilmiyor. Laf aramızda, tandırın tadı da böyle çıkıyor. Enver Ustanın aktardığına göre, tandır odun ateşinde pişirilirken, tavanın içine yarıya kadar su konuluyor ve içine kuzu eti yerleştiriliyor. Daha sonra da etin yağı bu suyun içine çıkıyor ve pidenin üstüne dökülerek tandır servis yapılıyor. Enver Usta’nın lokantası sabah 08:00’de açılıyor ve Bursa’daki İskender Kebapçısı gibi öğleden sonra saat 16:00’da kapanıyor. Bu saatten sonra servis yapılmıyor. Lokantada tandır dışında kelle de pişiriliyor.Enver Usta’nın yeri, ünlü gezgin ve lezzet ustası Mehmet Yaşin’in “Lezzet Durakları” kitabında da yerini almış durumda.
Tandırı yedikten sonra alışveriş zamanı diyerek Denizli’nin Taksim’i olarak nitelenen “Bayram Yeri”ne gidiyoruz. Tüm otobüsler buradan kalkıyor, önemli tüm alışveriş yerleri bu meydanda toplanmış durumda. Bunlardan biri de Baba Dağlılar İş Hanı. Dört katlı hanın özelliği, içinde kaliteli ve uygun fiyatlı tekstil ürünleri (havlu, bornoz, nevresim, kaneviçe, banyo yolluğu) satan çok sayıda dükkanın bulunması. Birkaç parça havlu da biz aldıktan sonra, Han çıkışında eşimin, yaşlı bir teyzenin elinde gördüğü tatlı poşetini sorgulaması ile Denizli’nin en eski Şekercisi olan “Hacı Şerif”indükkanını buluyoruz. 1926’da kurulmuş olan Hacı Şerif’in en ünlü tatlısı günlük olarak ürettiği irmik helvası ve kabak pestili. Özellikle irmik helvası çok leziz, bizden hatırlatması.
Denizli’ye ilişkin son notum Denizlililere dair. Yolculuğumuz boyunca gerek kaldığımız otelde gerek günlük yaşamda hep yardımsever, güleryüzlü ve kibar insanlarla karşılaştık. Klasik “gari”li ifadeleri,“k”leri “g” şeklindeki telaffuzları ve kadın-erkek demeden karşılaştıkları tüm yabancılara “ablam”diye hitap tarzları ile konuklarını her daim tebessüm ettirmeyi beceren insanlar.
Kaklık Mağarası ve Buldan Bezi
Seyahatimizin son gününde Pamukkale dışını gezme niyetindeyiz. Rotamızdaki ilk yer Pamukkale’ye 35 km uzaklıkta, Muğla yolu üzerinde bulunan Honaz ilçesi Kaklık Kasabasındaki “Kaklık Mağarası”.Termal suların çıktığı, içi tamamen ışıklandırılmış bu yeraltı mağarası 68-70 metre uzunluğunda bir yürüyüş güzergahına sahip. İçinde Pamukkale travertenlerine benzer oluşumlar bulunan mağarada, sürekli akan termal sularının etkisi ile her yer bembeyaz ve bazen de kükürt yeşili renginde. İçeriye girerken taşıdığımız korkunun tersine, mağarada yarasa bulunmuyor.
Kaklık Mağarası sonrasında rotamızda, ters istikamette yer alan Buldan ilçesi var. Pamukkale’den Buldan’a gelirken önce Sarayköy’den geçiyor, daha sonra ise Buldan-Alaşehir yolunu izleyerekBuldan’a geliyoruz. Denizli’ye 45-50 km mesafede bulunan bu şirin beldemiz yemyeşil bir vadinin içine kurulu ve tekstil ürünleri, özellikle de “Buldan Bezi” ile meşhur. Bu özelliği ile en çok da bayanların ilgisini çekiyor. Çarşı içinde çok sayıda tekstil ve konfeksiyon ürünleri satan dükkan var. Bununla birlikte, ben size özellikle iki yeri gezmenizi tavsiye edeceğim. Bunlardan biri Buldanevi Evliyazade Konağı. İki katlı bu konak, işlemeli perdeleri, divan süslemeleri, ahşap kaplamalı tavan ve kapıları ile eskinin güzelliğini günümüze taşıyor. Konakta bir de dokuma tezgahı var. Konakta dikkatimizi çeken bir başka şey de, üst kattaki odalardan birinde, şömine üzerinde asılı duran Adnan Menderes’in fotoğrafı. Bu fotoğrafı sorduğumuzda, Adnan Menderes’in konağa damat olarak geldiğini öğreniyoruz. Konakta alışveriş yaparken eşimin dikkatini tezgahta duran bir şal çekiyor. Eşimin ilgisini fark eden satıcı bayan bu şalın 90 yıllık olduğunu, satılık olmadığını ve çerçeveleterek muhafaza etmek istediklerini söylüyor. Hatta bizden bir gün önce konağa gelen bir yabancı turistin bu şala biçilecek her türlü fiyatı ödemeye razı olduğunu, ancak kendilerinin satış yapmayı kabul etmediğini belirtiyor. Buldan’da gezmenizi önereceğim ikinci yer ise Belsan. İçinde 4-5 tane işler halde dokuma tezgahının bulunduğu bu mekanda, farklı renk ve desende kumaşlar, masa örtüleri, elbiseler, atkılar, havlu ve bornozlar bulmanız mümkün. Hepsi de el işçiliğinin zarafetini taşıyan izlerle dolu.
Buldan’a gelmişken yapılması gereken şeylerden birisi de Belediye Pide Salonu’nda otlu pide yemek. Bu pidenin özelliği, içine konulan malzemesi. Pırasa, ıspanak, maydanoz, kaşar, yumurta ve beyaz peynirden oluşan bir karışım içeren pidenin tadı da ağızlara layık. Arkeolojiye olan ilginiz üst düzeyde ise, Buldan’a gelirken Yenicekent’te bulunan Tripolis antik kalıntılarını da gezebilirsiniz. Bazı sütun ve mezar kalıntılarının dışında henüz fazla bir şeyin ortaya çıkarılamadığı kazı alanında özellikle kaya oyukları ve travertenler dikkat çekiyor.
Veda Busesi…
İlkbaharın pırıltılı güneşi ile merhaba dediğimiz Pamukkale’den Nisan yağmurları eşliğinde ayrılırken alternatif bir güzergahı (Alaşehir – Sarıgöl – Salihli – Gölmarmara – Akhisar – Balıkesir – Susurluk) dönüş yolu olarak seçiyoruz. Otoban kadar rahat olmasa da, büyük bölümü geliş-gidiş şeklinde olan yol boyunca doğanın sunduğu cömert güzelliklerle içiçeyiz. Özellikle Akhisar ve Salihli tarafında göz alabildiğine uzanan üzüm bağlarının intizamlı görüntüsü muhteşem. Otobanı kullanarak yaptığımız yolculuk 7 saat sürmesine karşın, dönüş yolculuğumuz sadece 5.5 saat sürüyor. Tabii yolculuğu Nisan ayının başında yaptığımız, yaz aylarında ise yaşanacak yoğunluk nedeni ile iki şeritli yolun ıztıraba dönüşebileceği unutulmamalı.
Anemonların taçlandırdığı Pamukkale gezimize son noktayı koyarken, sizleri de bu güzellikleri görmeye davet ediyorum. Fazlan da gecikmeyin, hadi gari…
Banu & Mustafa K. YILMAZ
31/05/200