“Bırakırsın Kendini Yüreğinin Sesine/ Yüreğin Seni Taşır Aşkın Denizine…” Evet, bu yazımda sizlere, İsfahan’da Aşk şiirinin son iki dizesi ile seslenerek başlamak istedim. Yeni rotamız, Pers medeniyetinin derin izlerini taşıyan İran’ın, tarih ve kültür mirası açısından en zengin şehri olarak kabul edilen, Farsça “Nefs-i Cihan”, yani “dünyanın yarısı” olarak tasvir edilen İsfahan. Heyecanlıyım, çünkü İran’a ayak bastığım günden bu yana, kiminle konuşsam hepsi de bana İsfahan’ın güzelliklerinden bahsediyor. Duymak görmek gibi değildir diyerek, ılık bir Kasım sabahı erkenden yola düşüyorum.
İsfahan’a en kolay ulaşım aracı uçak. Ancak danışmanlık yaptığım borsa, beni yanıma verdikleri mihmandarla birlikte ticari taksi ile karayolu üzerinden göndermeyi tercih ediyor. Bu vesile ile, Tahran-İsfahan arasında yolcu taşıyan otobüs şirketleri dışında, ticari amaçlı taksilerin çalıştığını da öğreniyorum. Taksiler, şehrin güney yakasında bulunan otobüs terminalinden hareket ediyor. Tahran-İsfahan arası yaklaşık 450 km. Taksi ile yolculuk 4.5-5 saat sürüyor. Maliyeti ise kişi başına sadece 9 Dolar. Yol boyunca hiç durmaksızın ve daha hızlı gittiği için, biraz daha fazla ödeyip otobüs yerine taksi ile seyahat etmeye değer. Ancak, uçak biletinin sadece 20 dolar olduğu düşünüldüğünde, zamanı etkin kullanmak açısından, İsfahan’a ulaşım için havayolu ile seyahat etmek yine de en akılcı seçenek bence.
Sarı Taksi ile İsfahan’a Yolculuk
Zaman kazanmak için yolculuğumuza sabahın alaca karanlığında başlıyoruz. Saat 06.00’da, bizi İsfahan’a götürmesi için daha önce anlaşılan taksinin başındayız. Şoförümüz gece geç saatte yattığı ve uyumak için taksisinin içini tercih ettiği için, arabasının camına defalarca vurup uyandırmak zorunda kalıyoruz. Uyanıp elini yüzünü yıkadıktan sonra bile gözleri hala mahmur. İri kıyım vücudu, dağınık saçları ve bir karış sakalı insana çok güven vermese de, başka çaremiz yok. Bizim dışımızda bir başka yolcunun da katılımıyla 3 kişi yola koyuluyoruz. Tan yeri ağarmak üzere. Karanlığın içinden kızıllaşan ufka doğru yol alırken, sağ tarafımızda uzaktan İmam Humeyni için yapılmış, minareleri ışıklarla aydınlatılmış anıt mezarı görüyoruz. Uyku mahmurluğunu atamamış olmasının da etkisiyle şoför arabayı hızlı kullanıyor. Bir taraftan termosdan doldurduğu çayı yudumlayıp ayılmaya çalışırken, diğer yandan da bizimle İngilizce birşeyler konuşuyor. Anlattıklarından, İslam devrimi öncesinde İran Havayolları’nda savaş pilotu olarak görev yaptığını öğreniyoruz. İngilizceyi de o dönemde öğrenmiş, ancak hala iyi konuşuyor.
İran’da genel olarak karayolu ulaşımı güvenli. Tahran-İsfahan arasındaki yol otoban. En kaliteli ve lüks otobüsler bu güzergahda çalışıyor. Bunda, yerli ve yabancı turistlerin İran içinde özellikle İsfahan’ı görmek konusundaki tercihleri önemli rol oynuyor. Ticari otobüs ve taksilerin hepsi de, bir şehirden çıkıp başka bir şehire girerken mutlaka belgeleri ile birlikte kontrol noktalarında durup kayıt yaptırmak zorunda. Kayıt esnasında, seyahat eden tüm yolcuların isimleri polise bildiriliyor. Bu, kanuni bir mecburiyet. Ayrıca, her şehre giriş ve çıkış noktasında gişelere para ödeniyor. Yani, buralarda da bir Deli Dumrul hakimiyeti söz konusu.
Tahran’dan İsfahan’a giden yol üzerinde önce Kashan, daha sonra da Natanz bölgelerinin yakınından geçiyoruz. Çoğu yerde toprak verimsiz ve çöl ikliminin olduğu bir görüntü hakim. Hemen hemen hiçbir dikili ağaca rastlamıyoruz. Sadece Kashan tarafından geçerken, bölgenin simgesi olan nar ağaçlarına ve buğday tarlalarına rastlıyoruz. Yol boyunca, sağ tarafımızda bizi önce Zağros, daha sonra da karlı zirvesi ile Karkas sıra dağları takip ediyor.
Yol boyunca, İran’daki yerleşim birimlerinin büyüklükleri konusunda arkadaşımdan bilgi alıyorum. Yüzölçümü olarak İran’ın en büyük şehri Mashad. Burası aynı zamanda İranlıların dini başkenti konumunda. Her yıl milyonlarca İranlı ve yabancı turist buradaki en kutsal mekan olan İmam Rıza’nın Türbesini ziyarete geliyor. Burası aynı zamanda yeni evlenen dindar çiftlerin de balayı mekanı. Yüzölçümü itibariyle Mashad’ı sırasıyla Tahran ve İsfahan izliyor. Son yapılan nüfus sayımında, İran’ın nüfusu 80 milyon olarak açıklanmış. Nüfusun yaklaşık 12 milyonu Tahran’da, 5 milyonu ise en fazla yerli ve yabancı turist çeken şehir olan İsfahan’da yaşıyor.
Güne çok erken bir saatte başladığımız için, yolun yarısını arkamızda bıraktığımız bir noktada açlık iyice midemizi kemiriyor. Şoförümüz de bizimle aynı düşüncede olsa gerek ki, kısa bir kahvaltı molası veriyoruz. Basit bir markette, çay eşliğinde, sert-kuru yufka ekmeğini katık yaparak, sahanda yumurta yiyip açlığımızı biraz da olsa bastırıyor ve yola devam ediyoruz. Yaklaşık 2 saat daha yol aldıktan sonra, 10.30 gibi İsfahan’dayız. Taksi şoförü bizi şehrin içine kadar götürmüyor ve girişdeki otobüs terminalinin önünde bırakıyor. Buradan şehir içine ulaşımımız başka bir taksi ile oluyor. Günlerden Perşembe ve trafik yoğun. Tıpkı İstanbul’da yaşamaya alışık olduğumuz Cuma sendromu gibi, burada da Perşembe sendromu yaşanıyor. Çünkü yarın günlerden Cuma ve resmi tatil.
Nakş-ı Cihan Meydanı’nda Mimari Zerafeti
Yüksek bir tepeden baktığınızda İsfahan, sarp dağların dibinde kurulmuş bir şehir görüntüsü veriyor. Zayende Nehri ve kolları şehri adeta şefkatle sarıyor. Nehir seviyesine indiğinizde ise, sizi şehrin dünya kültür mirasının bir parçası olan tarihi güzellikleri karşılıyor. Bu görüntü içinde İsfahan’ı gezmeye, İranlılar tarafından dünyanın en büyük meydanı olarak kabul edilen Nakş-ı Cihan Meydanı, nam-ı diğer İmam Humeyni Meydanı’ndan başlıyoruz. Çok geniş bir alana ve gözalıcı bir güzelliğe sahip olan meydanın dört bir yanı geleneksel İran mimarisine ait birçok esere ev sahipliği yapıyor. Yeşillikler içinde boy gösteren çiçekler ve fıskiyelerinden su fışkıran havuzlar meydana ayrı bir güzellik katıyor. Meydanın ortasında, turistleri gezdirmek için bekleyen faytonların siyah üzerine kırmızı şerit çekilmiş görüntüleri de ortama bir renk katıyor. Birkaç Uzakdoğulu ve Alman turist dışında etrafta fazla yabancı göze çarpmıyor. Hava günlük güneşlik ve günlerden Perşembe olmasına rağmen etraf kalabalık değil.
Nakş-ı Cihan Meydanı’nda ilk uğrak yerimiz, Ali Gapu Sarayı (Ali Kapı Sarayı). Gezmeye buradan başlamamızın bir nedeni de, Sarayın giriş kısmının hemen sol tarafında bir turizm enformasyon bürosu bulunması. İran’da çoğu şehirde güçlükle bulabildiğimiz bu enformasyon bürosundan İsfahan’ın gezilecek yerlerini gösteren bir harita temin ediyoruz. Ayrıca, bu bürodan ihtiyaç duyduğunuz takdirde farklı dilleri konuşan rehberler ve broşürler edinme imkanınız da var. Haritayı aldıktan sonra, hemen bir adım ilerimizdeki Ali Gapu Sarayı’ndan içeri adım atıyoruz. 17. Yüzyılda Şah Abbas tarafından yaptırılan Sarayın dik ve yüksek merdivenlerinden yukarıya doğru çıkarken, her katta duvar ve tavanları süsleyen gözalıcı renkteki resim ve motifler dikkatimizi çekiyor. Sarayın önemli bir kısmında restorasyon çalışmaları yapılıyor. Altı katlı sarayın en ilgi çeken yeri, 18 ince ve zarif sütun üzerinde yükselen terası. Burdan, İmam Humeyni Meydanı’nı ve onu çevreleyen tarihi ve doğal güzellikleri geniş açıdan görmeniz mümkün.
Sarayın terasından, bir sonraki gezi mekanımızı da tespit ediyoruz. Burası, Ali Gapu Sarayı’nın tam karşı cephesinde yer alan Şah Lütfullah Medresesi. Büyükçe bir avlu içinde bulunan bu medresenin en dikkat çekici özelliği, iç külliyedeki duvarlar boyunca, zeminden kubbeye doğru uzanan mavi renkteki çinili sütun kısmın estetik güzelliği. Ayrıca, caminin iç kubbesine yansıyan güneş ışığı sürekli, Müslümanların kutsal mekanı olan Kabe’yi gösterecek bir şekilde tasarlanmış. Medresenin ziyarete açık olan kısmında ibadet yapılmıyor, sadece alt kısımda ibadet yapılan bir yer var. Bu vesile ile, İran’da gezdiğim camilere ilişkin bir gözlemimi de sizinle paylaşmak istiyorum. İran’da, mimari yapıları itibariyla sanatsal olarak büyük değer taşıyan ve geniş avlulara sahip olan tarihi camilerin ana kısımlarında, Türkiye’deki selatin camilerde olduğu gibi ibadet yapılmıyor. Bu camilerin sadece alt kısmında ibadet mekanları bulunuyor. Halk daha çok, önemli dini liderlerin türbelerinin bulunduğu ve sonradan camiye dönüştürülmüş mekanlarda ibadet etmeyi tercih ediyor.
Bu medreseden, Ali Gapu Sarayı’nın sağ çaprazında yer alan Mescid-i İmam’a geçiyoruz. Çift kanatlı, demirden heybetli giriş kapısı olan, iki minareli bu caminin içine büyük bir avludan geçilerek giriliyor. Ziyaret saatiniz namaz vaktine denk gelirse beklemeniz gerekiyor. Artık gözümüzün alıştığı farklı ton ve geometrik şekildeki duvar ve tavan süslemelerine ek olarak, caminin olağanüstü bir eko sistemi var. Caminin tam ortasındaki siyah taşın olduğu yerde durup ses çıkardığınızda, bu ses caminin her noktasında ahenkle yankılanıyor.
Meydanı terk etmeden önce, son olarak iç kısımda yer alan dükkanları gezmeye karar veriyoruz. İsfahan, özellikle el işçiliği ve minyatürleri ile meşhur. Bu nedenle de, İran’da kültür ve sanatın merkezi kabul ediliyor. Bedesten içindeki dükkanların vitrinleri önünden geçerken, gözümüze çarpan minyatürlerin renkli ve ahenkli görüntüsü ruhumuzu okşuyor. Turist olduğumuz için hepsinin de fiyatı yüksek. Ayrıca, orijinal olup olmadığı konusunda da aldanma ihtimaliniz var. Dükkanların içinde dikkatimizi çeken diğer bir zanaat türü ise, bakır üzerine el işçiliği. Burada, hem üretim yapılan hem de el işçiliğinin nadide eserlerinin sergilendiği çok sayıda dükkan bulunuyor.
Yol arkadaşım, çarşıya uğramışken İsfahan’a mahsus olan “gas” adı verilen tatlıdan da tatmamızı öneriyor. Fırsatı kaçırmıyor ve farklı formda çeşitleri bulunan bu tatlının iki değişik türünü damak tadımızla buluşturuyoruz. Sakız gibi sünen bu beyaz helvamsı tatlı tam ağzınıza layık. Sabahın erken saatinde yediğimiz sahanda yumurta artık etkisini iyice kaybettiği için, tatlıdan kıyılan karnımızı doyurmak için, Mescid-i İmam Camii’nin hemen sol tarafında bulunan “Traditional Restaurant”a dalıyoruz. Tahtlarda bağdaş kurmuş bir şekilde oturan müşterilerden, özellikle yabancı turistlerin uğrak yeri olduğu anlaşılan bu restaurantda, İran’da artık neredeyse her öğle vakti yemeğe alıştığım kebabı, bu sefer geniş bir tepsi içinde sunulan, ıspanak, kabak ve farklı otlardan oluşan bir meze tabağı eşliğinde afiyetle yiyoruz. İran’a geldiğimden bu yana sebzeye hasret kaldığım için, ben kebaptan daha çok mezelerle ilgileniyorum. Yemeğin yanında, marul, havuç ve turptan oluşan büyük bir salata ile yoğurt ikram ediliyor. Her yerde olduğu gibi, burada da ana yemeğin yarısı safranlı pilavdan oluşuyor.
Yemekten sonra vakit kaybetmeden, İmam Humeyni Meydanı’na 1 km uzaklıkta bulunan Mescid-i Camii’nin yolunu tutuyoruz. Burası, şehrin içinde kurulu bulunan bir halk pazarına bitişik bir konumda. Geçmişi 900 yıl öncesine dayanan caminin iç kısmı diğer camilerden daha farklı. Geniş bir avlu içinde yer alan caminin özellikle loş güneş ışığının gezindiği iç mekanında yer alan küçük bir odasındaki nadide ağaç işçiliği ile yapılmış iki minber ve mermerden mihrap dikkat çekiyor. İç kısımda kolonlarla desteklenen çok sayıda kubbe bulunuyor. Kolonlu bölge geçilip mihrap yerine gelindiğinde, karşımıza çıkan ve dışarıdan akseden ışıkla daha esrarengiz bir görüntü alan tavan ve duvar mimarisi camiyi orijinal kılıyor. Gösterişsiz bir konumda bulunmasına rağmen, bu camiyi gezmenizi ve mimari dokusu ile el işçiliği kapı, kafes, minber ve duvar süslemelerini görmenizi tavsiye ediyorum.
Gün öğleden sonraya sarkarken, bu camiden çıkıp son hızla Chel Sütun (40 sütun) adı verilen tarihi saraya doğru hareketleniyoruz. Miladi 17. Yüzyılda, şahlar, prensler ve yabancı ülkelerin elçilerini ağırlamak amacıyla yapılmış Chel Sütun, sarı-kırmızı güllerle çevrili uzun-büyük bir havuzun süslediği geniş bir bahçenin içinde yer alıyor. Ana binayı taşıyan 20 sütun, beş farklı paralel oluşturacak şekilde dörder dörder sıralanmış durumda. Bu yapıya 40 sütunlu yer anlamına gelen Chel Sütun denilmesinin nedeni, binayı ayakta tutan 20 sütunun havuza yansıması sonucu bir 20 sütunun daha ortaya çıkması. Gerçekten de bu havuz saraya ayrı bir güzellik ve görkem kazandırmış. Sütunları kucaklayan ağzı açık taş aslan figürleri, yıllardan sonra sanki sarayı korumaya devam ediyor gibi. Ahşap kaplamalı girişin tavanı orijinal hali ile korunmuş ve geometrik şekilli, ince ayna parçaları ile süslenmiş. Binanın iç kısmına girişde büyük kristal bir avize göze çarpıyor. İç kısımdaki duvarlar, çeşitli seramoniler ve Şah İsmail’in farklı dönemlerde yaptığı savaşları anlatan, canlı renkler kullanılarak yapılan büyük boy yağlı boya resimlerle süslü. Çoğu eserde olduğu gibi, bu resimlerde de hakim renk, hayatın ve ateşin sembolü olarak kabul edilen kırmızı. Özellikle resimlerdeki savaş manzaraları insanı kendine hayran bırakıyor. Sarayın içindeki diğer eserler arasında, çeşitli dönemlerden kalma el yazması Kuran-ı Kerimler, ahşap-sedef kapı örnekleri, elbiseler ve ev eşyaları sayılabilir. Kısaca burası, İsfahan’da gezilmesi gereken yerlerin başında geliyor.
Burayı arkamızda bırakıp bir taksiye atlayarak son hızla, Vank Katedrali’ne geçiyoruz. Dar bir sokak arasında yer alan bu Ermeni katedralinin çevresi duvarlarla çevrili ve geniş bir bahçenin içinde yer alıyor. Çan kulesi, binanın dışında konuşlandırılmış. Girişi seramiklerle süslü olan katedralin iç duvarları ve tavanı, kutsal kitap İncil’de zikredilen ve Hıristiyan inanışını yansıtan olayları tasvir eden, başta kızıl olmak üzere son derece canlı renklerle boyanmış tablo ve resimlerle süslü. Bunlar içinde, özellikle cennet ve cehennemin tasvir edildiği resim görülmeye değer. Ne yazık ki, katedralin içinde fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Katedralin iç bahçesinin hemen arka tarafında 2 katlı bir müze yer alıyor. Müzede, Ermenilerin yaşadığı çeşitli dönemlerden kalma giysiler, el yazması eserler ve tablolar bulunuyor. Bu açıdan müze özenle düzenlenmiş. Ancak, müzede bir Türkiye haritası üzerine yerleştirilmiş kırmızı ışıklı lambalarla Osmanlı döneminde Ermenilerin katledildiği öne sürülen yerlerin gösterilmesi ve Türkiye aleyhine sözsüz propaganda yapılması ister istemez keyfimi kaçırıyor.
Işıklar Altında Köprüler Resitali
İsfahan’ı, belki de Tahran ve Şiraz’dan ayıran en önemli özellik, Zağros dağlarından doğan ve şehrin içinden geçen Zayende Nehri üzerinde bulunan köprüler. Bu köprüler içinde en ünlüsü, 33 Gözlü Köprü anlamına gelen, 300 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğindeki Siose Pol Köprüsü. Mimari tarzı itibariyle, Edirne’de Meriç Nehri üzerinde bulunan Mimar Sinan’ın yaptığı tarihi köprüyü hatırlatan bu köprü araç trafiğine kapalı, yaya trafiğine ise açık Köprünün sahile yakın kısmındaki kemer altlarında, güzel havalarda oturulup çay içilen masa ve sandalyelerin bulunduğu bir kısım da var. Köprünün gündüz insanı kendine hayran bırakan görüntüsü, gecenin ilk ışıkları ile daha da baştan çıkarıcı bir hal alıyor. Zayende Nehri boyunca, köprünün her iki tarafında yeşillikler içinde uzanan bir yürüyüş parkuru da bulunuyor.
Zayende Nehri üzerindeki bir başka tarihi köprü de, Khagi Köprüsü. Dış görünüşü ve kemer altları Siosepol Köprüsü’nden farklı olan bu köprünün ayakları, akıntının daha kuvvetli olması nedeniyle gerek, geniş tabanlı bir zemin üzerine oturtulmuş. Her bir ayağın dibinde ise suya doğru inen merdivenler bulunuyor. Bu köprü de Siosepol gibi sadece yaya trafiğine açık ve gece, ışıklar altında seyrine doyum olmayan bir görüntü sunuyor. Özellikle, nehrin bu kesiminde akıntının kuvvetli olması, ışıkların suya aksi ile kemer altlarını daha bir esrarengiz kılıyor.
Konum olarak, Siosepol ve Khagi Köprüsü karşı karşıya bakıyor, adeta birbirlerini kesiyorlar. Khagi Köprüsü’nün biraz ilerisinde Firdevsi Köprüsü bulunuyor. Bu köprü, diğerlerinden farklı olarak, mimari açıdan daha modern bir tarzda inşaa edilmiş ve trafiğe açık. Gündüz yanından geçerken çok dikkatimi çekmeyen bu köprü, gece şehri gezerken dudak şeklini alan parlament mavisi rengindeki ışıklandırılmış halinin suya yansıması ile adeta başımı döndürüyor.
Konaklama Mekanları
Geceyi İsfahan’da geçirecekseniz, ki ben mutlaka geçirmenizi, gece geç saatlerde köprüler altında yürüyüş yapmanızı ve ışıklar altında fıskiyelerin suları ile serinleyen atmosferi içinde İmam Humeyni Meydanı’nı görmenizi öneririm, size tavsiye edeceğim en güzel konaklama mekanı, beş yıldızlı Abbasi Otel olacak. Odalarını görmemiş olmakla birlikte, otelin hem giriş kısmı hem de bahçesi çok güzel çiçeklerle ve yemyeşil bitkilerle süslenmiş durumda. Konaklama dışında İranlılar buraya, “aş” adını verdikleri, çeşitli sebzeler, nohut ve keşkekin karışımı ile yapılan ve sıcak tadılması gereken özel bir çorbayı içmeye geliyorlar. Her ne kadar benim ağız tadıma hitap etmese de, insanların buraya gösterdiği rağbet onların benim gibi düşünmediklerinin açık bir kanıtı. Abbasi Otel’in gecelik fiyatı biraz pahalı. Bu nedenle size alternatif olarak, bu otelin hemen karşısında yer alan Safir Oteli de tavsiye edebilirim. Bu arada, belki neden kendi kaldığım otelden size bahsetmediğimi merak etmişsinizdir. Bunun nedeni, görev yaptığım kurumun benim için iki yıldızlı, sıradan ve salaş bir otelden yer ayırtmış olması. İranlıların bu açıdan misafirlerine karşı, maalesef Türkler kadar konuksever davranmadıklarını söylemeden geçemeyeceğim.
Gecenin ihtişamını yaşayabilmek için tekrar İmam Humeyni Meydanı’ndayız. Gecenin ışıkları ile fıskiyelerden akan suların birbirine karıştığı bir ortamda meydanın ve Mescid-i İmam Camii gibi tarihi eserlerin ışıklandırılmış görüntüsü etkileyici. İnsanın meydandan ayrılası gelmiyor. Ama aylardan Kasım ve hava soğumaya başladığı için buradaki turumuzu kısa kesiyor ve İranlıların ata sporu olan Bostani’yi izlemek üzere Zulhane’ye doğru rotamızı çeviriyoruz.
Zulhane’de İdman
Zulhane, İran’ın en önemli ata sporu olarak kabul edilen Bostani’nin yapıldığı mekana verilen isim. Zulhane’den içeri girince birkaç basamak yukarı çıkıyoruz. İçeri girdiğimizde bizi, yüksek tavanlı aydınlık bir mekan karşılıyor. Mekanın ortasında, alçak sekizgen bir platform, onun çevresinde ise izleyicilerin oturması için dizilmiş beyaz plastik sandalyeler bulunuyor. Giriş kapısının tam karşısında, turistlerin gösteriyi rahatça izlemesi için yapılmış mermer tribünlerin üzeri kırmızı halı kaplı. Gösteri yapılacak mekanının iç duvarları, geçmişten bugüne bu sporu başarı ile yapmış olan ünlü kişilerin çerçeveli resimleri ve farklı renkte boyanmış labutlarla süslü. Platform üzerinde gösteri yapacak olan sporcular önce ısınıyorlar. Her sporcu, kısbet şeklinde “long” ismi verilen özel bir pantalon giyiyor. Gösteriyi seyredenler arasında harici olarak ben ve İranlı arkadaşım dışında yabancı olmamasına rağmen, işlerine gösterdikleri ciddiyet ve saygı görülmeye değer.
Bostani’nin başlangıcı, “mürşid” adı verilen üstadın, büyükçe bir def çalarak söylediği türkü-ağıt karışımı otantik bir müzikle başlıyor ve daha sonra tempo ritmik olarak artıyor. Formalarında İran bayrağı bulunan gençler önce, Firdevsi’nin “Şahnamesi”nden, Hafız-ı Şirazi’nin Divanı’ndan mısralar eşliğinde, “tahta” adı verilen aletleri kullanarak jimnastik hareketlerini tamamlıyorlar. Her şey sayılı, bir fazlalık yok. Daha sonra “tahta” bir tarafa bırakılarak, ayakta ritmik hareketler sergileniyor. Bunu, “mil” adı verilen labutlarla yapılan gösteri izliyor. Biri sağ, diğeri sol elde tutulan gülle kadar ağır labutlarla yapılan hareketler, Hz. Ali’ye yakarışlarla bütünleşiyor. Bostani’nin bundan sonraki safhası, minder üzerindeki sporcuların kendi çevreleri etrafında Sema dönüşleri ile devam ediyor. Daha sonra ise, ağırlığı 18 kiloyu bulan zincirleri başları üzerinde sağdan sola, soldan sağa doğru hareket ettirerek gösterilerini devam ettiriyorlar. Ritüel, selam ve dua ile sona eriyor. Bir seansı yaklaşık 2.5-3 saat süren bu sporu yapmak gerçekten de oldukça zor ve büyük bir efor gerektiriyor. İnsan, onları izlerken bile yoruluyor. Ancak, müziğin ritmi ve mürşidin mistik sözleri ile yapılan ahenkli hareketler izleyenleri kendine hayran bırakıyor. Sayıları gitgide azalsa da, zulhaneler bugün de varlıklarını ve ritüellerini devam ettiriyorlar.
İsfahan’ı Arkamızda Bırakırken
İsfahan yolculuğumuzun ikinci gününde sabah erkenden ayaktayız. İlk ziyaret yerimiz, şehir merkezinin 7 km dışında bulunan Sallanan Minare. Buranın özelliği, iki minareli bir mescidin minarelerinden bir tanesi, gündüz her saat başında görevli bir kişi tarafından sallandığında, diğer minarenin de hiçbir müdahale olmaksızın sallanıyor olması. 700 yıllık bir tarihi geçmişe sahip olan bu caminin başka hiçbir özelliği yok. Minarelerdeki bu sallantıyı görmek için ise her sefer saat başını beklemek zorundasınız.
Buranın 2-3 km ilerisinde ise, yüksekçe bir tepede yıkıntısı duran Zerdüşt tapınağı ya da daha yaygın bilinen adı ile Ateşkadeh yer alıyor. Bu adı almasının nedeni, eskiden içinde ateş yanan bu tapınağa Zerdüştlerin ibadet etmek üzere gelmesi. Tepeye ulaşmak ise hiç de göründüğü kadar kolay değil, 20 dakikalık bir tırmanış yapmamız gerekiyor. Çıkış yolu kayalık ve engebeli. Özelllikle yağmurlu bir havada buraya çıkmanın tehlikeli olduğunu söylemeliyim. Zirveye ulaştığımızda, üstü açık, çevresi silindir şeklinde kilden bir duvar ile çevrili olan ve iç kısmında açılmış pencere boşlukları bulunan bir yapı ile karşılaşıyoruz. Kulenin alt arka tarafında, Zerdüştlerin eskiden yaşadıkları yerlerin kalıntılarından izler görmek mümkün. Tapınağın bulunduğu bu tepeden ileriye doğru bakınca, Zayende Nehrinin kollarının suladığı yemyeşil bağlar da dahil İsfahan’ın tümü ayaklar altında kalıyor.
Artık İsfahan’a veda zamanı. Zamanımız kıymetli olduğu için, sabah saat 10:30 gibi otobüs terminalinden tuttuğumuz bir taksi ile Kashan’a doğru yol alıyoruz. Kashan’a yaklaştıkça, adeta dağlar dağlarla kucaklaşıyor. Özellikle sağ yanımızda kalan dağların renkleri ve görüntüsü değişiyor, kızıla dönen renk cümbüşü içinde doğa adeta tuvallerde resmedilen manzaralara nazire yaparcasına cüretkar bir biçimde güzelliğini gözler önüne seriyor.
Çöl İçinde Bir Katre Vaha: Badrod Kasabası
Kashan yolu üzerinde ilk uğrak yerimiz, yolculuk arkadaşımın ailesinin de yaşadığı Badrod Kasabası. Burada, kalabalık aile bireyleri tarafından nezaket dolu içten bir konukseverlik ile karşılanıyorum. Ev halkı beni üzerinde kırmızı halıların serili olduğu bir yer sofrasına konuk ediyor. Mutad olarak yemek öncesi yapılan meyve ve çay ikramından sonra, bizler için hazırlanmış olan sofraya buyur ediliyoruz. Et ve tavuk kebapları, safranlı ve fırında pişmiş patatesli pilav, süzme yoğurt ve salatadan oluşan yemeği afiyetle yiyoruz. Sofrada, ilk kez brokoli turşusu ile tanışıyorum. İranın adetleri arasında yemekten sonra tatlı ikramı pek bulunmuyor. Yemek öncesinde olduğu gibi sonrasında da çay ikramı yapılıyor. Burada kendimi, şehrin gürültü ve stresinden uzak, insanların art düşüncelerinden ari bir ortamda bulmanın huzurunu yaşıyorum.
Bu leziz yemeğin ve keyifli sohbetin ardından hane halkıyla sıcak bir şekilde vedalaşarak, Tahran’da önemli bir devlet kademesinde hakim olarak görev yapan arkadaşımın abisiyle birlikte Badrod Kasabası’nın yakınında bulunan İmamzade Ağa Ali Abbas Camii’ne gidiyoruz. Çifte minareli caminin çevresi ana baba günü. Tatil günü (Cuma) olduğu için insanlar çoluk çocuk yemeklerini alıp buraya piknik yapmaya gelmişler. Camiye adını veren İmamzade Ali Abbas, İmam Rıza’nın kardeşi ve türbesine insanlar tarafından son derece hürmet gösteriliyor. Caminin içi diğer camilerden pek farklı değil. Duvarlar tavana kadar, kahverengi renklerin ağırlıkta olduğu renk ve motiflerle süslü ve parlak aynalarla kaplı. Tüm camilerde olduğu gibi, burada da aynalar mekanın içini ihtişamlı bir yapıya dönüştürmek için kullanılmış. Ziyaretçiler cami içindeki türbede ya dua ediyor ya da ellerini yüzlerini türbeye sürerek, kutsal bildikleri bu kişi vasıtasıyla dertlerine medet umuyor veya dileklerinin yerine gelmesini temenni ediyorlar. Cami dışındaki piknik görüntüsü ile türbe içindeki görüntünün karışımı farklı duygular uyandırıyor insanda. Caminin dış duvarlarına komşu odalarda ise ailelerin kabristanlıkları bulunuyor. Doğrusu bu ya, caminin iç avlusu içindeki her bir odanın, bir ailenin kabristanlığı olarak kullanıldığı düşüncesi bile garip geliyor ilk bakışta insana.
Badrod Kasabası’nda en çok yetişen ürün nar ve kasabanın simgesi. Yol boyunca çok sayıda nar ağacına rastlıyoruz. Kashan’a otobandan değil de, tali yoldan, tarlaların ve çorak bitki örtüsünün içinden geçip gitmeyi tercih ediyoruz. Bu vesile ile hayatımda ilk defa çöl manzarası ile karşılaşıyorum. Özellikle yolun iç kısmında kalan ve benim “burası hangi göl?” diye sorduğum görüntünün “serap” olduğunu öğrenince, içten içe kitaplarda okuduğum bir gerçeğe gözlerimle şahit olmanın çocuksu sevincini yaşıyorum.
Eski İran Evlerini İçinde Saklayan bir Kasaba: Kashan
Badrod Kasabası’ndan Kashan’a yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında ulaşıyoruz. Kashan küçük, şirin bir yerleşim birimi. Cuma günü olduğu için etraf kalabalık değil. Gezilecek en önemli yerler arasında, İngilizce “Historical Houses” olarak isimlendirilen ve geçmiş yıllarda İran’ın önde gelen aileleri tarafından yazlık olarak kullanılan evler yer alıyor. Biz bunlardan “Borajerdies House”, “Tabaiabaci House” ve “Abasian House”u geziyoruz. Evlerin hemen hepsi de büyük ve üstü açık bir avluya sahip, sayıca çok odası bulunan konaklar. Birçoğunun içinde “soğuk oda” adı verilen bölmeler var. Bu odalar, özellikle yaz sıcağından korunmak ve yiyecekleri muhafaza etmek amacıyla yapılmış. Soğutma sisteminin bir parçası olarak, evin tüm odalarını dolaşacak şekilde bir kanal sistemi mevcut. Bu kanal vasıtasıyla su, duvarların içinden borular yardımıyla geçirilerek evi dolaşıyor ve yazın odaların serin kalmasını sağlıyor.
Evlerin kapı, duvar ve tavan süslemeleri de görülmeye değer. Hemen hemen her duvarda farklı bir motif çalışılmış. Camların çoğu kırmızı, mavi ve yeşil renklerin süslediği vitraylardan oluşuyor. Tavanlardaki süslemeler, geometrik ince kesim aynalarla daha gözalıcı hale getirilmiş.
Kapanış zamanını kestiremediğimiz için Kashan’da gezilmesi gereken önemli yerlerin başında gelen Fin-e Garden’ı gezemiyoruz. Fin-e Garden, 19. Yüzyılda yaşamış ve İran devletine damgasını vurmuş bir Başbakanın, Amir Kabir’in yaptırdığı ve zamanın hükümdarı tarafından bilekleri kesilerek öldürüldüğü yer. Amir Kabir, İran tarihinde, yaptırdığı imaretler, üniversite ve hastahaneler ile tarihe geçmiş, sevilen bir devlet adamı. Ancak, yaptığı bunca hizmete rağmen, zamanın hükümdarı tarafından haset sonucu hakkında ölüm emri verilmiş. Cezası bu bahçede infaz edilmiş. Bahçenin içinin çok güzel olduğunu ve müzesinde geçmişe ait izler taşıyan değerli belgeler bulunduğunu öğreniyor ve bir başka sefere diyerek dönüş yoluna koyuluyoruz.
Hava soğumaya ve hatta sicim gibi yağmur yağmaya başlıyor. Karanlığın içinden geçerek yaptığımız 2.5 saatlik dönüş yolculuğumuzun bitiminde Tahran’a girerken, Marghad adı verilen mevkide İmam Humeyni için yapılmış olan dört minareli anıt kabirin ışıkları karşılıyor bizi. Nihayet, akşam saat 10:00’da kaldığım otelin önündeyiz. Mihmandarım ve abisi ile vedalaşarak, yorgun ama mutlu bir şekilde odamın kapısını açıyor ve yatağıma uzanıyorum. Gözlerimde ışıklar altındaki görüntüsü ile Siose Pol Köprüsü, kulağında Zulhane’de def çalan mürşidin davudi lirik sesi ile mesafelerin yankısını dinleyerek derin bir uykuya dalıyorum.
Doç.Dr. Mustafa Kemal YILMAZ
30/04/2007