“Ya kırmızı gülden ayrı yaşamalı/Ya da dikenin acılarını hoş görmeli”. Evet, bu yazımda sizlere, aşk acısının kalem üstadı, büyük mutasavvıf, Gülistan ve Bostan eserinin sahibi, Mevlana’nın çağdaşı Şeyh Sadi’nin dizeleri ile, onun gönüllere ferahlık veren sıcacık mekanından, Şiraz’dan “Merhaba” demek, dolu dolu 2 ay geçirdiğim İran’a ilişkin izlenimlerimi sizlerle paylaşmaya, bu latif beldeden başlamak istedim.
İran’da kaldığım dönemde hafta sonları ile sınırlı olan seyahat imkanımı, gezi zamanını etkin kullanmak ve çoğu gezginin çekmekten mazoşist bir zevk duyduğu karayolu seyahatinin yorgunluğunu şehri gezmeye ayırmak için, görev yaptığım Tahran’dan Şiraz’a uçakla gitmeyi tercih ediyorum. Airbus tipi bir uçakla yaptığım, yaklaşık 1 saat 20 dakika süren bu yolculuk, İran’da benzinin sudan ucuz olması nedeni ile bana sadece 30 dolara mal oluyor. Şiraz’ın küçük ama şirin havaalanına ayak bastığımızda bizi güneşli bir hava ve masmavi bir gökyüzü karşıladı. İran’ın orta-güney kesiminde yer alan Şiraz’da ilk dikkatimi çeken şey, şehrin Zagros dağları ile dört bir yanı kuşatılmış görüntüsü oluyor. Şiraz, bu dağların eteğinde, 1480 metre yükseklikte bir platonun üzerinde kurulmuş durumda. Havaalanı şehir merkezine 25-30 dakika mesafede. Bizi şehre götürmek üzere dışarıda taksiler sıraya girmiş bekliyor. Vakit kaybetmeden bu taksilerden birine binip şehre doğru yola koyuluyoruz. Bu kısa yolculuk esnasında, taksi şöförü boş durmuyor ve bize iki gün boyunca şehri gezdirmek için bir teklif getiriyor. Teklifi değerlendirip sıkı bir pazarlık yaptıktan sonra 2 günlük gezi programı için 45 dolara karşılık gelen bir paraya (450.000 Riyal) anlaşıyoruz. Bu fiyatın makul olduğunu söyleyebilirim. Şiraz’da birbirinden farklı yerlerde gezilesi çok mekan var. Taksi kiralamadığınız takdirde, her sefer ayrı taksiye binmeniz gerekiyor ki, bu da hem nakit hem de vakit kaybı demek.
Şiraz’da gezip dolaştığım yerlerden bahsetmeye geçmeden önce, size bazı tespitlerimi aktarmak istiyorum. Şiraz gerçekten de güzel ve yemyeşil bir şehir. Tahran ile karşılaştırıldığında, çok daha renkli ve havası tertemiz. Bu özellikleri ile Şiraz, İranlılar tarafından özellikle Nevruz Bayramı zamanı en yoğun seyahat edilen yerlerin başında geliyor. Tahran’ın kaotik havasını teneffüs ettikten ve arkasından da Şiraz’ın tertemiz havasını içime çektikten sonra, İranlıların niçin Şiraz’ı tercih ettiklerini daha iyi anlıyorum. Şehir içindeki binaların büyük kısmı yeni ve estetik açıdan özenle inşaa edilmiş. En önemli caddesi Zand Bulvarı. Bu geniş bulvarı çok sayıda cadde kesiyor. Şiraz’ı hakkıyla gezmek için 2 gün ayırmanız ve şehri gezmeye başlamadan önce iyi bir plan yapmanız şart. Birinci gün, şehrin tamamıyla içini gezmenizi ve birbirinden güzel sanat esintileri ile dolu izler taşıyan tarihi mekanlarını görmenizi, ikinci gün ise şehrin 60-70 kilometre dışında yer alan ve Pers medeniyetinden izler taşıyan Persepolis’i, Nakş-ı Rüstem ve Nakş-ı Recep kaya mezarlarını gezmenizi öneririm. Şehri gezmeye başlamadan önce, müze ve ören yerlerine giriş fiyatları konusunda da sizi uyarmak isterim. İran’da yabancı turistlerden yerlilere nisbetle 6-8 katına varan giriş ücreti alınıyor. İranlı arkadaşım aracılığı ile ben bu işten kendimi kısmen kurtarmış olsam da, bazı yerlerde bu yüksek ücreti ödemek zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim.
Konaklama
Şiraz’da, konaklama açısından kalınabilecek çok sayıda güzel ve temiz otel var. Bunlar arasında; Homo Otel, Eram Otel, Persepolis International Hotel sayılabilir. Biz 5 yıldızlı Homo Otel’de konakladık. Gerçekten de çok güzel ve ferah odaları olan bir mekan. Yalnız, İran’daki tüm otellerde olduğu gibi, bu otelde de servis zayıftı. Bu arada, İran’da herhangi bir şehirde otelde kalmaya karar vermeden önce yabancılara uygulanan fiyat tarifesini öğrenmenizde fayda var. Yoksa zor durumda kalabilirsiniz. Ben İran’lı arkadaşımın yardımı ile bunu aşmaya çalıştım. Ancak Şiraz’da İran’lı yetkililer, Türk kimliğimi görüp İranlı olmadığımı anladıklarında, fiyatı yükseltmeye kalktılar. Sadece bir gece kalacağımız ve önceden rezervasyonumuz olduğu için biz az bir fark ödeyerek sorunu çözdük, ama eminim her zaman bu kadar kolay çözümlenmeyebilir.
Narenciye Bahçeleri ve Eski İran Evleri İçinde Pers Müzeleri
Şiraz’ı tasvir etmek için, yemyeşil narenciye bahçeleri ve eski İran evleri içinde bir müzeler şehri demek sanırım yanlış olmaz. Bu bahçeler içinde belki de en cömert güzellikler sunanı Eram Bahçesi. Şimdi gözlerinizi kapayın ve yemyeşil bir bahçe, ortasında fıskiye bulunan turkuaz renkli bir havuz ve onun tam önünde dış duvarlarının cephesi ve tavanı nadide ve rengarenk motiflerle bezenmiş bir beyaz saray düşünün. Şah Rıza Pehlevi öncesi dönemde yapılan ve Şahın annesinin yaşadığı bu sarayda, sadeliğin içinde zarafet gizli. Eram Bahçesi, bu sarayın ön ve sağ tarafına doğru geniş bir alanı kaplıyor ve uzun selvi ağaçlarının gölgesi altında, rengarenk çiçekler içinde insana huzur veriyor.
Şiraz’daki ikinci durak yerimiz, Afif Abad Bahçesi (Gülşen) içinde bulunan Askeri Müze oluyor. Yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe sahip olan bu müze iki farklı kısımdan oluşuyor. Alt katta, en küçük tabancadan en büyük tüfeğe kadar envai çeşit ateşli silahlar sergileniyor. Bu silahların bazısı İngiliz, bazısı Belçika, bazısı İtalyan, bazısı Amerikan yapımı. Tüfeklerin büyüklüğü, hantal yapısı ve ateşleme mekanizmaları eskiye dair görülesi izler taşıyor. Müzenin ikinci katında ise, oturma, giyinme ve oyun odası olarak kullanılan mekanlar yer alıyor. Hepsinin de duvar, ama özellikle de tavan süslemeleri göz alıcı. Bilhassa ev dekorasyonu ile uğraşanların bu desen ve renk dansını görmelerini tavsiye ediyorum.
Şimdi ise sırada, geniş bir avlu içinde yer alan ve iç kısmı göz kamaştırıcı aynalarla bezeli Şah-ı Cheragh Türbesi ve Camii var. Ahmediye Caddesi üzerinde bulunan bu çift minareli cami, dış süslemeleri, üzerinde Allah’ın isimleri ile Hz. Ali’nin isminin yazılı olduğu minarelerinin ihtişamı ve iç kısmını süsleyen aynaların parıltısı ile tek kelimeyle görülmeye değer bir yer. Caminin dış kısmındaki tavanlar ahşap kaplama. Minarelerin sütun kısmı çini motifleri, şerefesi ise altın kaplama ile bezenmiş. Caminin içinde Şah-ı Cheragh’ın Türbesi bulunuyor. Şah-ı Cheragh, Şiilerin 8. İmamı Hz. Ali bin Musa Er-Rıza’nın kardeşi. İran’da tüm türbelerde olduğu gibi insanlar buraya da büyük itibar gösteriyor. Türbede, Şah-ı Cheragh’ın sandukasının yer aldığı demir parmaklıklarla çevrili kısmın içi ise, diğer birçok türbede olduğu gibi para dolu. İlk defa Tahran’da şahit olduğum bu görüntüye artık alışmaya başlıyorum. Caminin içine girdiğimizde en dikkatimi çeken şey, duvar ve tavanları süsleyen ve pırıl pırıl parlayan, birbirine baklava dilimleri şeklinde içiçe geçmiş beyaz aynaların işlemeli görüntüsü oluyor. Gerçekten de caminin içindeki görüntü göz kamaştırıcı. Caminin hemen sol çaprazında, avlu içinde bir başka türbe dikkat çekiyor. Türbenin giriş kısmındaki kapı ve tavanlar altın kaplama ve motiflerle bezenmiş. İç kısmı ise, kristal bir dünyayı andıran aynaların yansımaları ile başdöndürücü bir atmosfere sahip. Burada insan ihtişamın gölgesinde ibadet ediyor. Görsel bir şölen yaşamanın dışında, uhrevi bir haz alamıyorum.
Gözlerimizde aynaların ışıltılı parıltısı ile Pers medeniyetinin ve İran’ın yakın geçmişine ait izler taşıyan bir başka müzeye, Ziynet-ül Molk’a geçiyoruz. Gürültüden uzak, dar bir sokak arasında bulunan, girişi gösterişsiz bu mekan, aslında eski bir İran evinden müzeye dönüştürülmüş. Özellikle avluyu çevreleyen odaların iç duvar süslemeleri görülmeye değer. Avlu içindeki bahçe, dallarından limon ve mandalinalar sarkan narenciye ağaçları ile dolu. Elinizi uzatıp alasınız geliyor. Müzenin içinde ise, İran’ın uzak ve yakın tarihinden izler taşıyan kişiler ve olaylar, oldukça canlı bir şekilde, çarpıcı renkte giysi ve eşyalar kullanılarak mumyalanmış bir halde sizin ziyaretinizi bekliyor. Rengarenk vitraylarla süslü pencere ve aynaların boy gösterdiği odalarda kapı, duvar ve tavan süslemesinin eşsiz örneklerini görmek mümkün. Şu kadarını söyleyebilirim ki, Şiraz’da kendimi bu mekandaki kadar huzur içinde hissettiğim hiçbir yer olmadı.
Bu müzenin hemen yanı başında, bahçe içinde bir başka müze daha yer alıyor. Farsça ismi ile Naranjestan Bahçesi’nin giriş kısmının tam ortasında, her iki yanı yeşillik ve çiçeklerle süslü bir koridor boyunca uzanan bir havuz bulunuyor. Bu huzur dolu yolu izlediğinizde, daha önce mahkeme olarak kullanılan bir binaya ulaşıyorsunuz. Bu müzenin de dış duvarları farklı motif ve resimlerle süslenmiş durumda. Binanın iç kısmındaki camları süsleyen vitraylar, güneşin de yardımıyla mavi, kırmızı ve yeşil renklerinin kristalize ettiği bir ambiyansı sergiliyor. Müzede, Fars edebiyatının sembolü olarak da kabul edilen gül ve bülbül motiflerinin resmedildiği süslemeler ile son 100-150 yıl içinde Şiraz tarihinden izler taşıyan fotoğraflar yer alıyor.
Bu müzeyi de kayıtlarımız altına aldıktan sonra, belki de Şiraz’ın “Eski Şehri” olarak nitelenebilecek bir bölgesine, benim ifademle “Bölge-i Vakil”e geçiyoruz. Bu tabiri kullanmamın sebebi, gezilecek yerlerin başında Hamam-ı Vakil, Mescid-i Vakil ve Bazaar-ı Vakil’in gelmesi. Ancak bu üçlemeden ilki olan Hamam-ı Vakil günümüzde restaurant olarak kullanılıyor. Otantik bir hamam ortamında, loş ışıklar eşliğinde bir öğle yemeği yemek isterseniz size burayı tavsiye edebilirim. Akşam yemeğini tavsiye edemememin nedeni ise, bu mekanın öğleden sonra saat 3’te kapanıyor olması. Hamam-ı Vakil’in hemen yanında ise Mescid-i Vakil yer alıyor. Ancak mescid restorasyonda olduğu için kapalı, içine girip gezemiyoruz. Bazaar-ı Vakil ise Tahran’da bulunan Bazaar-ı Bozorg’un (Büyük Çarşı) adeta bir minyatürü. Bu çarşıda, halıdan manifaturaya, giyecekten baharata kadar farklı şeyler satan dükkanlar görmeniz mümkün. Çarşıda bir de Saray-ı Mürşid adı verilen özel bir pazar bulunuyor. Burada, özellikle antik eşyalar ve takılar satılıyor.
“Vakil Üçlemesi”ni tamamladıktan sonra, buraya 5 dakika yürüme mesafesinde bulunan ve şehrin adeta göbeğinde yer alan Arg-e Kerim Han (Kerim Han Kalesi)na geçiyoruz. Orta Asya’daki kumdan kuleler gibi heybetli bir görüntüye sahip olan bu kale dört burçtan oluşuyor ve geniş bir avluya sahip. Kaleyi gezerken, geçmişten bugüne intikal eden ve İran tarihinden izler taşıyan nostaljik fotoğraflara rastlıyoruz. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, dış görünüşünün azameti, kalenin içine yansımamış durumda. Bu nedenle, fazla vakit kaybetmeden buradan ayrılıyor ve Kale’nin hemen çaprazında, Nazar Bahçesi içinde yer alan Pers Müzesi (Zandieh Museum) ne doğru ilerliyoruz. Burası, zamanında Kerim Han tarafından yabancı ülkelerin elçilerini ağırlamak için yaptırılmış. Müzenin altında, Kerim Han’ın mezarı bulunuyor. Bugün ise içinde birkaç nadide eser dışında pek önemli bir şey yok. Müzenin içinde bulunan, ancak günümüzde ziyarete kapalı olan en önemli eser ise, zamanında şehre giriş noktası olarak kabul edilen Darvaze-i Kuran kapısının üzerinde bulunduğu kabul edilen, 2 ton ağırlığında, el yazması bir Kuran-ı Kerim. Şeyh Sadi’nin Türbesine giden yol üzerinde bulunan bu kapının önünden geçerken, biz de arabamızı durduruyor ve kapının altından geçerek geleneği bozmuyoruz.
Şeyh Sadi ve Hafız-ı Şirazi
Bir kültür ve sanat şehri olan Şiraz’da, İranlıların en sevdiği iki şairden biri olan Şeyh Sadi’nin Türbesi’ne doğru rotamızı çevirmeye karar verdiğimizde ayrı bir duygu seli kaplıyor benliğimi. 30 yılını seyahatlerle geçiren ve birçok memleket dolaşan bu edebiyat ve tasavvuf erbabı, Mevlana’dan aldığı feyzle kaleme aldığı eserler ile aslında tüm dünyanın takdirini kazanmış bir ilim adamı. En önde gelen eserleri arasında, Türkçe ile birlikte birçok yabancı dile de tercüme edilmiş olan Gülistan ve Bostan geliyor. Şimdi ise biz, İranlıların çok sevdiği ve saygı gösterdiği bu değerli şairin türbesi başındayız. Şeyh Sadi-i Şirazi’nin Türbesi son derece bakımlı, çiçeklerle süslü ve havuzlu bir bahçenin içinde yer alıyor. Diğer bir ifade ile, eserinin ismi gibi, kabrinin bahçesi de tam bir Gülistan. İranlıların yaptığı gibi biz de elimizi kabir taşının üzerine koyuyor ve dua okuyarak, bir başka büyük şairin, Hafız-ı Şirazi’nin kabrine gitmek üzere yola koyuluyoruz.
Kış güneşi ışıklarını üzerimizden çekmeden önce, bugün en son ziyaretimizi Şiraz’ın solmaz gülü, İranlıların sevgilisi, şair Hafız-ı Şirazi’nin Türbesine yapıyoruz. Gerçekten de burası ilk günün finalini yapmak için seçilebilecek belki de en anlamlı yer. Bu türbe İranlılar tarafından en fazla ziyaret edilen yerlerin başında geliyor. İnsanlar, Hafız’ın kabri başında ona dua etmekten büyük haz duyuyorlar. Bu huzur inanın insanların yüzlerine de yansıyor. Hafız’ın özenle bakılan türbesi, üstü kapalı, tavanı mavi çinilerle süslü geometrik motiflerle bezeli şadırvan benzeri bir yapının gölgesi altında, yeşilliklerle süslü bir bahçenin içinde bulunuyor. Türbenin hemen sol arka tarafında bir çay bahçesi, onun karşısında ise Hafız’ın eserlerinin satıldığı küçük bir kitapçı dükkanı yer alıyor. Özellikle hafta sonları, yaşlı genç tüm Şirazlılar türbe içindeki bu çay bahçesine gelip yüksek tahtlar üzerinde kurulup nargile tüttürüp, çay içip, sohbet etmekten büyük keyif alıyorlar. Bu arada, unutmadan söyleyeyim, Türbe girişinde, Hafız falı diye, üzerinde size ilişkin bilgiler yazılı olduğu iddia edilen fal kartları satılıyor. İranlılar bu fala çok rağbet ediyorlar. Arkadaşımın ısrarını kıramayarak aldığım fal kartında yazılanlar ise benim hakkımda büyük ölçüde doğruluk payı taşıyor. Fala inanmamakla birlikte, bu kartı hatıra olarak saklıyorum.
Güneş ışıklarını söndürüp, yerini gecenin yıldızlı parıltısına bıraktığı için, biz de artık otelimizin yolunu tutmaya karar veriyoruz. Bugünü, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Rindlerin Ölümü” adlı şiirinde Hafız’ı anlattığı dizelerle noktalamak istiyorum
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.
Persepolis, Taht-ı Cemşid ve Büyüleyici Pers Medeniyeti
İlk günün yoğun temposuna rağmen, ikinci gün erkenden kalkıyoruz. Otelde yaptığımız kahvaltı sonrasında, bugün gezi programımızın ilk sırasında yer alan, Şiraz’ın 70 km dışındaki, 3000 yıllık Pers İmparatorluğu medeniyetinin derin izlerini taşıyan Persepolis’e doğru yola koyuluyoruz. Pride marka araba ile yol alırken, ekili tarlalar dışında dikkatimizi çeken kayda değer bir şey olmuyor. Nihayet, Marvdash üzerinden yaptığımız yaklaşık 1 saatlik yolculuk sonrasında Persepolis’e, diğer adı ile Taht-ı Cemşid’e ulaşıyoruz. Burası, ilk görüşte bana Efes harabelerini hatırlatıyor. Açık alanda, çok geniş bir mekana yayılmış bulunan Pers medeniyetine ait tarihi eserlerin her biri 3000 yıl öncesine ilişkin farklı yaşam izleri taşıyor.
M.Ö. 559-330 yıllarına kadar uzanan bu medeniyetten günümüze intikal eden eserleri gezmeye, Persepolis’in hemen giriş kısmında yer alan sağlı-sollu merdivenlerden çıkarak başlıyoruz. Eskiden Pers krallarının azametle yürüdüğü bu merdivenleri adımlarken kendimi bir başka hissediyorum. Merdivenler oldukça alçak basamaklardan oluşuyor. Bunun nedeni, hem Pers krallarının azametle basamakları çıkmasını sağlamak, hem de kralı ziyarete gelen konukların atlarıyla merdivenleri tırmanmasına imkan vermek.
Bir zamanlar çevresi 18 metre yüksekliğinde duvarlarla çevrili olan Persepolis’in girişi oldukça azametli bir yapıya sahip. Burası, tüm ülkelerin giriş kapısı (the Gate of all Nations) olarak isimlendiriliyor ve dört büyük kolondan oluşuyor. Kolonların duvar kısımlarında, başı insan, bacakları at, gövdesi inek biçiminde yapılmış figürler yer alıyor ve Pers krallarının gücünü simgeliyor. Ayrıca kolon duvarlarında, eski dönemde en çok kullanılan üç farklı dilde (Fars, Mısır ve Yunan) yazılmış orijinal yazılar dikkat çekiyor. Dört kolonlu bu kapıdan içeri girildiğinde, birbirinden farklı yerlerde yer alan sütunların üzerindeki inek ve at başları ile vücutları, birbirine zıt yönde biri sağa diğeri sola bakacak şekilde yerleştirilmiş durumda.
Bu figürler dışında, arkeolojik alan içinde dikkati çeken diğer önemli hayvanlar, pençelerini açarak avını kapmaya hazır bir şekilde bekleyen kartal ve atmacalar. Bu hayvanlar Pers medeniyetinde gücün simgesi olarak kabul ediliyormuş. Buna benzer heykellere, Nemrut Dağı eteklerinde hüküm sürmüş olan Komagene medeniyetini gezerken de rastladığımı hatırlıyorum.
Persepolis’i gezerken duvarlarda gördüğümüz figürlerde, Pers krallarının haşmeti ve başta aslan olmak üzere, çeşitli güçlü hayvanlarla yaptıkları mücadeleler ve kazandıkları zaferler büyük bir incelikle resmedilmiş. Duvarlardaki rölyeflerin bir çoğunda, o dönem halkının, Pers krallarının oturduğu Taht-ı Cemşid’i omuzları üzerinde taşıdıkları görüntü dikkat çekiyor. Diğer rölyeflerin bir kısmında ise, başta Nevruz Bayramı olmak üzere, dünyanın farklı yerlerinden Pers krallarına çeşitli dönemlerde getirilen envai çeşit hediyelerin kabartmaları görülüyor. Bu rölyeflerde dikkat çeken bir husus da, Pers krallarının yanına çıkıp ona hediyeler sunacak kişilerin, kol ağzı son derece sıkı giysiler giymesinin mecbur tutulmuş olması. Bu şekilde, krala yapılabilecek muhtemel bir suikastin önüne geçilmesi amaçlanmış. Gezi alanındaki bir başka bölümde ise, kralın daha az önemli misafirlerini kabul ettiği 100 sütunlu bir meydan yer alıyor. Ancak, bu kısımdan günümüze sınırlı sayıda sütun kalmış, çoğunun ise alt statüsü olmasına rağmen, kolon kısımları eksik durumda.
Persepolis kalıntılarının bulunduğu gezi alanı içinde, o dönemden kalma eserlerin sergilendiği bir de müze var. Müzede, o dönemin yaşamından izler taşıyan ev, av ve süs aletleri ile rölyefler yer alıyor. Bunlar içinde özellikle Sasani kralını at üzerinde resmeden rölyef görülmeye değer.
Persepolis gezi alanında, en dikkat çekici yerlerden birisi de, yukarı kısımda yer alan Pers hükümdarlarının (Alaxerxes II ve III) mezarları. Kayalar içine oyulmuş bu mezarlar üzerindeki rölyefler gerçekten de görülmeye değer. Kabartmalarda, Pers kralı ateşten özür dilerken tasvir ediliyor. O dönem inanışına göre ateş, Tanrı tarafından özür dilenmek üzere krala gönderilmiş bir vasıta olarak kabul ediliyormuş. O günden bugüne kadar da, tüm Persliler ve İranlılar tarafından ateşe büyük bir önem atfedilmeye devam ediyor. Ne enteresandır ki, tarihin bir cilvesi olarak Persepolis’in sonu da ateşle gelmiş. Büyük İskender burayı ele geçirdiğinde her yeri ateşe vermiş.
Burayı gezerken, 3000 yıl öncesinin yaşantısına gidiyor ve onların hayatı içinde yerinizi almanın heyecanını taşıyorsunuz. Her ne kadar o medeniyetten geriye fazla birşey kalmamış olsa da, özellikle iç kısımda merdivenli bölgelerde duvarlara resmedilmiş rölyefler ile Pers krallarının azametini ve hayvanlarla yaptığı mücadeleleri gösteren kabartmalar görülmeye değer. Bu eserler, aynı zamanda o zaman insanının yaşayış tarzı ve sanat anlayışı hakkında da önemli ipuçları veriyor. Bu nedenle, Pers medeniyetine dair derin bilgi sahibi olmak istiyorsanız, buraları bilen iyi bir sanat tarihçisi ile, veya girişte sizi bekleyen rehberlerden biri eşliğinde gezmenizi öneririm. Persepolis girişinde görev yapan rehberlerin saat ücreti 70.000 Riyal. Burayı detaylı gezmek için ayırmanız gereken zaman dilimi ise yaklaşık 2.5-3 saat.
Bu arada, ben burayı öğleden önce gezmiş olmama rağmen, size öğleden sonra (özellikle de ikindi vakti sonrası) gezmenizi ve resim çekmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu arkeolojik gezi alanı içinde yer alan rölyefler size en güzel görüntüleri üzerlerine ikindi güneşinin gölgesi düştüğünde veriyorlar. Ayrıca, belirli gecelerde burada ışık gösterisi de yapılıyor. Karanlığın gizemi ve doğanın sessizliğinde, ışığın Pers medeniyetinin izleri üzerine düşen aksi ile ortaya çıkan görüntüler ise, fotoğrafçıların da tahmin edebileceği gibi doyumsuz kontrastlar sunuyor.
Gezimizin bu ikinci gününde, Persepolis’ten sonraki ikinci durak yerimiz, Şiraz’a dönüş yolu üzerinde, Persepolis’e 6 km uzaklıkta bulunan Nakş-ı Rüstem mezarları. Burada, kayaların içine oyulmuş dört farklı mezar yer alıyor. Bu mezarların soldan sağa doğru Darius I, Alaxerxes, Xerxes I ve Darius II’ye ait olduğu bilgisini alıyoruz. Mezarların hepsinin de giriş kısmının yarısı açık ve içine girilebilecek durumda. Ancak, mezarlar kayaların içine oyulmuş durumda olduğundan ve buralara yürüyerek ulaşma imkanı bulunmadığından, içine girme imkanımız olmuyor. Mezarların üst kısmında yer alan rölyeflerde ise, Persepolis’te gördüğümüz mezarlara benzer şekilde, Pers kralının Tanrı tarafından gönderildiği kabul edilen ateşten özür dileme sahnesi ile, kralın üzerinde oturduğu Taht-ı Cemşid’in Perslilerin omuzları üzerinde taşındığı sahne tasvir edilmiş.
Bu kaya mezarlarının alt tarafında ise, Sasani döneminden kalma, savaşlarda kazanılan zaferleri tasvir eden sekiz farklı rölyef bulunuyor. Hepsinin de günümüze olduğu gibi ulaşması büyük bir şans. Bu dört mezarın bitim kısmında ise, M.Ö. 559-330 döneminde yaşayanlar tarafından yapıldığı söylenen ve ateşe tapanların kabesi olarak nitelenen bir ateş tapınağı bulunuyor. Bu tapınağın dış görüntüsü dışında bugüne pek bir şey kalmamış durumda. Nakş-ı Rüstem mezarlarının çok yakınında yer alan Nakş-ı Recep’de ise görülmeye değer pek bir şey yok.
Pers medeniyetinden izler taşıyan bu yerleri gezdikten sonra Şiraz’a geri dönüyoruz. Karnımız zil çalıyor. İlk işimiz, Türk kebabı ile meşhur olduğu söylenen ve gezginlerin en önemli rehberlerinden biri olan “Lonely Planet” kitabı tarafından önerilen yerler arasında adı geçen Hamburger 110’da birşeyler atıştırıp karnımızı doyurmak oluyor. Burada, sandwich ekmeğinin içine konan et miktarını görseniz hayretler içinde kalırsınız, o kadar çok ki anlatamam. Aslında bizim döner kebap tarzında yapıyorlar, ama kesim biçimleri farklı. Döneri yaprak şeklinde değil, top top et şeklinde sandwichlerin içine yerleştiriyorlar. Tadı ise gerçekten de çok leziz…
Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra, Şiraz’ın meşhur tatlısı faludeyi yemenin arayışı içine giriyoruz. Şoförümüz bizi Şiraz’da faludenin en iyi yapıldığını söylediği yere, Jamshidian Lime Juice’e götürüyor. Bu dükkanın, “Lonely Planet” adlı kitapta da aynen bu özelliği ile yer aldığını söylediğimde, şoförümüzün yüzünde beliren hayret ifadesi görülmeye değer. Ancak, bugün günlerden Cuma olduğu için çoğu dükkan kapalı. Bunların arasında Jamshidian Lime Juice de var. Neyse ki şoförümüz genç bir delikanlı ve falude yapılan birçok yeri biliyor. Ancak, bundan sonra bizi götürdüğü üç dükkandan da, falude tatlısı erkenden tükendiği için elimiz boş çıkıyoruz.
Falude’den ümidimizi keserek, soluklanmak için dün gezdiğimiz Hafız’ın Türbesi içindeki çay bahçesine gidiyoruz. Bahçenin neredeyse tamamı dolu. Kimileri çay içiyor, kimileri nargile höpürdetiyor, kimileri ise koyu bir sohbete dalmış durumda. Biz de kendimizi üzerinde eski bir İran halısı serili olan geniş bir tahtın üzerine atıp, ayakkabılarımızı çıkararak bağdaş kurup oturuyoruz. Çay içmeyi planladığımız halde şansımız bu sefer yaver gidiyor ve Şiraz sokaklarını altüst ederek fellik fellik aradığımız faludeyi burada buluyor ve afiyetle yiyoruz. Nişasta-şeker karışımı beyaz renkte bir tatlı olan falude soğuk yeniyor ve daha çok dondurmayı andırıyor. Bu ağız tadı ile, koyu bir sohbete dalıyor ve hafta sonu gezimizi bu çay bahçesinde noktalıyoruz.
Dolu dolu ve çok keyifli geçen iki günden sonra artık Şiraz’a veda zamanı. Şehrin caddelerini geride bırakarak Tahran’a geri dönmek üzere havalimanının yolunu tutuyoruz. Bizi geri götürmek üzere bekleyen uçağın Ruslardan kalma Tupolev marka bir uçak olduğunu öğrendiğimizde İranlı arkadaşım başta olmak üzere, tüm İranlı yolcuların ciddi bir tedirginlik yaşadığına şahit oluyorum. Bu tedirginliğin nedeni, Tupolev tipi uçaklarla son dönemde kazalar yaşanmış olması. Dua etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bu arada, havalimanında uçağa binmek üzere beklerken, elinde pamuk dalı taşıyan iki Azeri yolcu ile karşılaşıyoruz. Merakımızı yenemeyip bunların ne olduğunu sorduğumuzda, pamuk yetiştiriciliği yapılan Şiraz’dan evlerini süslemek üzere aldıklarını ve Tahran’a götürdüklerini söylüyorlar. Uçağa binerken bu iki Azeri yolcunun durumu yolcular ve görevli polisler arasında gülüşmelere neden oluyor.
Artık uçağın içindeyiz. Gerçekten de İranlı yolcuların endişe ettiği kadar var. Görüntü itibariyle diğer uçaklardan pek farklı olmamakla birlikte, koltukları en ufak bir darbede devriliyor. Akşam Şiraz’dan havalandığımızda ışıklar altındaki şehrin görüntüsü gerçekten de büyüleyici. Biraz yorgun olduğum ve koltuklar problemli olduğu için bu manzaranın fotoğrafını çekmekte gecikiyorum. Hostesler somurtkan olsa da, sunulan akşam yemeği leziz ve doyurucu. Nihayet 1 saati aşan bir yolculuktan sonra Tahran semalarındayız. Işıkları altındaki parıltılı görüntüsü ile Tahran, tıpkı göz alıcı bir mücevheri andırıyor. Gece, adeta gündüzün renksiz yüzünü ışıkları ile aydınlatıyor ve renklendiriyor.
Gece geç vakitte havaalanına ayak bastığımızda, bizi kapmaya çalışan taksicilerle karşılaşıyoruz. Neyse ki, İranlı arkadaşım deneyimli. Alanda, taksicilerin bağlı bulunduğu bir merkez var. Bu merkezde görevli olan kişiye gideceğiniz adresi söylediğinizde, sizden belirli bir ücret alıyor ve bir taksi şoförünün adını söyleyerek sizi götürmesini istiyor. Kısaca, bu merkez üzerinden taksiye bindiğinizde ne pazarlık, ne de uzun-kısa mesafe tartışması yaşamadan gideceğiniz yere ulaşma imkanı buluyorsunuz. Gece geç vakit olduğu için sokaklar tenha. Kısa bir yolculuktan sonra otelin önündeyiz.
İki gün içinde Hafız ve Şeyh Sadi’nin Şiraz’ını, “Lonely Planet”te bahsi geçen yerlerin büyük bir kısmını görmüş olarak gezmenin keyfi ile otel odamın kapısını açıyorum. Çoğu İranlının bize methettiği güzel Şiraz kızlarını göremesek de, Pers medeniyetinden derin izler taşıyan eserleri, müzeleri ve doğal güzellikleri görmenin ve güneşli bir hafta sonunda Tahran dışında tatil yapmış olmanın keyfi ile yatağa uzanıyor ve Hafız-ı Şirazi’nin Divanı’ndan şu dizeleri mırıldanarak uykuya dalıyorum.
“Biz gamsız sarhoşlarız, aydın karanlıklarız,
Hem kadehle solukdaş, hem ayrılıklarız.”
Mustafa Kemal YILMAZ
11/04/2007