Bu yıl Ramazan Bayramı vesilesi ile uzun zamandır görmeyi düşündüğümüz Edirne’ye seyahat etmeye, bu tarih ve kültür şehrini gezip görmeye karar verdik. Edirne, Bursa’dan sonra, I. Murat tarafından feth edildiği 1361 yılından başlamak üzere yaklaşık bir asır boyunca (1361-1453) Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış, Cumhuriyetin kurulmasından sonra da Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı olmuş, zengin tarih ve kültür mirasına sahip bir serhat şehrimiz. Serhat şehri niteliği taşıyan diğer sınır şehirlerimizden farklı olarak Edirne’yi ön plana çıkaran neden, Osmanlı ordusunun Avrupa içlerine düzenlediği akınlara gitmeden önce tüm hazırlıklarını bu şehirde son kez gözden geçirdikten sonra sefere çıkmasıdır.
Mimarlık sanatının parlak dehası Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye Camii’nin bulunduğu ve tarihi Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı Edirne’ye seyahatimize başlarken tüm bunlar kafamızda birer simge, merakımız azığımız idi. TEM üzerinden yaptığımız yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra boz rengine dönmüş tarlaları ve doğal bitki örtüsünü geride bırakarak Edirne’ye yaklaştığımızda bizi ilk karşılayan görüntü, uzaktan ihtişamlı görünüşü ve Allah’a yakarır tarzda göğe yükselen kalem gibi minareleri ile Selimiye Camii oldu. Daha sonra Edirne’yi gezerken farkettik ki, Selimiye Camii Mimar Sinan tarafından öyle bir yere konuşlandırılmış ki, şehre hangi taraftan girerseniz girin, şehrin hangi köşesini gezerseniz gezin Selimiye’nin silueti sanki sizi izliyor. Şehre girişte bizi karşılayan ikinci önemli eser ise, tarihi Kırkpınar güreşlerini simgeleyen iki pehlivanı güreşir tarzda gösteren sembolik bir heykel oldu. Bu iki yapının şehrin hemen girişinde yer alması, sanki Edirne’yi genellikle Selimiye Camii ve Kırkpınar güreşleri ile özdeşleştiren halkımızı hayal kırıklığına uğratmama çabası gibi geldi bizim gözümüze.
Tarih ve Kültür Şehri
Edirne tam anlamıyla bir tarih ve kültür şehri. Farklı din ve toplumların özellikli izlerini taşıyan bu şehir, son zamanlarda turistik yönü ön plana çıkarılarak tanıtılma çabası içine girilmiş. Şehirde sanayi yok denecek kadar az. Birkaç tekstil fabrikası ve peynir üretim yerleri dışında çok büyük bir atılım hamlesi göze çarpmıyor. Yakın zamanda genç yaşta vefat eden Edirne Valisi tarafından şehrin kültürel ve tarihi dokusu ön plana çıkarılmaya çalışılarak, mevcut birçok tarihi yapı restore edilmek suretiyle şehir baştan aşağı yeniden yapılandırılma hamlesi içine girilmiş. Ayrıca, bölgede farklı kampüslerde eğitimin devam ettiği Trakya Üniversitesi de şehrin gelişimine büyük bir katkı sağlamış ve canlılık getirmiş.
Şehrin merkezi, tarih açısından en yoğun gezilecek yerlerin başında geliyor. Bu bölgede yer alan yapıların başında ise “Kentin Tacı” konumuyla Selimiye Camii geliyor. Mimar Sinan’ın 80 yaşında, 1569-1575 yılları arasında yaptığı, poligonal çardaklı cami planının en başarılı örneği olan bu cami sekiz fil ayağı üzerine oturtulmuş, pencereli duvar tasarımıyla iç yapısı aydınlık, tek kubbeli ve kubbe ölçüsü İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin kubbe büyüklüğünü yakalamaya yönelik çapı 31.28 metre olan muhteşem bir eser. Cami iç avlusunda yer alan sütunlar simetrik bir yapıda yerleştirilmiş. Dört minareli, her bir minaresi üç şerefeli olan caminin minarelerinden her birinin yüksekliği zeminden itibaren 71 metre, zeminden aşağı doğru ise 22 metredir. Selimiye Camii’nin minarelerinin önemli bir özelliği de her bir minareye üç farklı yoldan çıkılabilmesi. Bu minarelerin her birine üç farklı kişi üç farklı yolu izleyerek çıkabiliyor. İstanbul’da bulunan Rüstem Paşa Camii’nin Selimiye’nin minyatür bir kopyası olduğu söyleniyor. Bu nedenle, Edirne’ye hemen gidemeyecek İstanbul’da yaşayan dostlarıma öncelikle Rüstem Paşa Camii’ni gezmelerini tavsiye ederim. Caminin çevresinde külliye tarzı geniş bir yapılanma var. Bu yapılanma içinde medrese, saray hamamı ve Eski Edirne Sarayı yer alıyor. Caminin alt kısmında ise, camiye gelir sağlamak ve cami platformunu istinat duvarıyla desteklemek amacıyla Mimar Davud Ağa tarafından yapılan ve şimdilerde alış-veriş yapmak amaçlı kullanılan Arasta Çarşısı yer alıyor.
Selimiye Camii’nin hemen yakınında bulunan Kıble tarafındaki medreselerden Darül Tedris, Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak düzenlenmiş. Bu müzede Osmanlı döneminden günümüze intikal eden birçok tarihi ve kültürel eseri bulmanız mümkün. Bu müzenin biraz ilerisinde de Arkeoloji Müzesi yer alıyor. Arkeoloji müzesinde daha çok yurtdışına kaçırılırken gümrükte yakalanan eski eserler sergilenmekle birlikte, bu müzenin bahçesinde “Dolmen” adı verilen dünyanın ilk mezar taşları da enteresan ve önemli eserler arasında yer alıyor. Ayrıca müzede, Edirne’nin sosyal ve kültürel yaşam tarzı hakkında bilgi edinmek isteyen kişiler için önemli vesika, belge ve görsel malzemeler var. Halen Arkeoloji müzesinde yer alan ve farklı grup ve yönetim kademesinde görev yapan insanların mezarlarını simgeleyen mezar taşlarının Selimiye Camii yakınında kurulmakta olan özel bir alanda sergilenmesine yönelik çalışmalar devam ediyor.
Şehir merkezinde dikkati çeken en önemli yapılar mazisi yıllara dayanan camiler. Selçuklu mimari tarzında yapılmış Eski Camii ile Üç Şerefeli Camii bunlardan en bilinenleri. Bu camilerden Eski Camii, dört kare ayak üzerine yüklenen eşit büyüklükteki dokuz kubbe ile örtülmüş bir tarzda inşaa edilmiş. Caminin dikkat çeken en önemli özelliği, çok büyük harfler kullanılarak yazılmış olan hat yazıları. Öğrendiğimize göre hat yazılarının bu tarzda yazılması Selçuklu mimari tarzının bir özelliğiymiş. Ayrıca, camide Ankara’da yaşamış olan Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri’nin bir süre burada padişahın isteği üzerine vaaz verdiği dönemde üzerine çıkıp konuştuğu kürsü de hala mevcut. Cemaatin namaz kılmak konusunda en yoğun talep gösterdiği bu caminin bir başka özelliği de, Cuma namazı ile bayram namazlarında imamın minbere kılıç ile çıkması ve eski zamanlarda olduğu gibi hutbeyi kılıca dayanarak irat etmesidir.
Eski Camii’nin çok yakınında bulunan Üç Şerefeli Camii de enteresan özelliklere sahip. Caminin üçü sonradan yapılmış olmak üzere dört minaresi bulunmakta. Bunların biri burmalı, biri baklavalı, biri yivli, bir diğeri ise zikzaklı tarzda yapılmış. Cami kapısının hemen girişinde üç adet dikili taş dikkati çekiyor. Camiyi gezerken imamın bize naklettiğine göre Sultan II. Murat bu camiyi ibadete açmaya geldiği zaman kapısının önünde üç adet ışık demeti belirmiş ve bu üç ışık demetinin olduğu yerde Cebrail, Mikail ve İsrafil (A.S.) in durduğunu gören padişah buralara insan ayağı değmesin diyerek bu üç taşı diktirmiş. Rivayet bu, isteyen inanır, isteyen inanmaz. Ayrıca, bu caminin iç yapısında Selçuklu ile Osmanlı Devleti arası bir geçiş döneminin eseri olma özelliği gösteren, Eski Camii’dekilerle kıyaslandığında daha ufak boyutta kaleme alınmış hat yazıları yer alıyor.
Şehrin merkezinde yer alan eserlerden biri de II. Murat tarafından yaptırılan Saatli Medrese. Fatih Sultan Mehmet Edirne’de doğmuş ve eğitiminin ilk dönemini bu medresede tamamlamış. Bu bölgede yer alan diğer bir medrese ise “Peykler Medresesi”. Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan ve içinde “peykler” adı verilen ve padişaha yakın olan askerlerin yetiştirildiği bu medrese bir eğitim kurumu niteliğinde. Ayrıca, son zamanlarda şehir merkezinde otopark yapılmak üzere gerçekleştirilen kazılar sonucunda bölgede Bizans surlarının varlığı ortaya çıkmış. Bu surlar, şehrin Osmanlı–Bizans dokusunu birlikte yansıttığı için, bu yeni kalıntılarla birlikte şehrin daha çok bir müze görüntüsü kazanmaya başladığı düşünülmektedir.
Şehir turuna başlamadan önce şehrin merkez bölgesi içinde yer alan yapılardan bahsetmek istediğimiz son tarihi eser ilk gecemizi de geçirdiğimiz Rüstempaşa Kervansarayı. Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve damadı olan Rüstempaşa tarafından 1561 yılında Mimar Sinan’a yaptırılan ve yolcuların konaklaması amacıyla inşaa edilen bu kervansaray bir avlu içinde yer alan taş bir han niteliğinde. Bu kervansarayın sahibi olan Rüstempaşa ise kafası ticarete çalışan kurnaz bir devlet adamı. Padişah da kendisinin bu yönünü iyi bildiği için zamanında devlet maliyesinde yaşanan problemlerin çözümü için kendisini görevlendirmiş. Rüstempaşa’nın devlete nakit sağlamak için yaptığı işlem ise, Osmanlı zamanında tımar adı verilen ve teb’aya verilen arazilere karşılık asker alınması sistemini değiştirerek verilen araziler karşılığında teb’adan nakit para toplamak olmuş. Diğer bir ifade ile, arazileri mukabili karşılığı satmış. Tarihçilerden bir kısmı, Rüstempaşa tarafından takip edilen bu yaklaşımın Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ilk aşamasını oluşturduğu konusunda fikir birliğindedirler. Benzer bir durum bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti hükümeti tarafından yapılmakta olup, ileriki dönemde aynı akıbet ile karşılaşılması ihtimali oldukça fazladır.
Rüstempaşa Kervansarayı’nın avlusunda “Doğu Çınarı” cinsi denilen dev bir çınar ağacı yer almaktadır. Bu gezi sırasında öğrendiğimize göre iki tip çınar ağacı varmış: “Doğu Çınarı” ve “Londra Çınarı”. Bu kervansarayı gezerken öğrendiğimiz bir bilgi de tıp açısından bize önemli geldi. Rüstempaşa’nın sevenleri olduğu kadar sevmeyenleri de varmış. Kanuni Sultan Süleyman kızı Mihrimah Sultan’ı Rüstempaşa ile evlendirmek istediğinde, onu çekemeyenler kendisinin cüzam hastası olduğunu iddia etmişler. Fakat inceleme sonucunda Rüstempaşa’nın ikamet ettiği odada bit bulunması kendisinin aklanmasına neden olmuş, çünkü bit cüzamlıya gitmezmiş.
Rüstempaşa Kervansarayı günümüzde restore edilerek otel haline getirilmiş ve Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü almış olmakla birlikte, otel yöneticilerinin kervansaray içinde işlettikleri barda tüm gece sabah saat 4’lere kadar çaldıkları yüksek desibelde müzik bir taraftan bu kervansarayda konaklamayı tercih eden müşterileri rahatsız ederken, diğer taraftan da taş hanın tarihi dokusuna ciddi anlamda zarar vermektedir.
Şehir Turuna Başlıyoruz
Şehir turumuzda ilk uğrak yerimiz 1399 yılında yapılmış olan Yıldırım Camii. Bu camiye Gazi Mihal Köprüsü’nden geçerek geliyoruz. Gazi Mihal’in Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda rol oynamış önemli bir şahsiyet olduğunu öğreniyoruz. Geliş yolumuz üzerinde bir de Osmanlı ordusunun sefere çıkmadan önce namaz kıldığı bir namazgah görüyoruz. Yıldırım Camii Edirne’deki en eski cami. Kiliseden camiye dönüştürüldüğünden mihrabı ters yönde yer alıyor. Camiye tepeden bakıldığında haç şeklinde bir yapı olduğu göze çarpıyor. Çok bakımsız bir halde bulunan caminin avlusunda orijinal bacası hala duran bir imarethane var. Ayrıca caminin hemen yakınında bir sebil ve hamam yer alıyor.
İkinci durağımız Hıdırlık Tabyası. 1912-1913 yıllarında yapılan Balkan Savaşı sırasında Edirne şehri ve çevresini korumak amacı ile “Dekovil Hattı” adı verilen ve 31 adet tabyadan oluşan bir hat kurulmuş. Gezmiş olduğumuz Hıdırlık Tabyası bunlardan sadece bir tanesi. Kurulmuş olan bu 31 adet tabya, bir demiryolu hattı ile birbirine bağlanmış. Ancak, bu demiryolu hattına ilişkin günümüze hemen hemen hiç bir iz kalmamış. Biz bu bölgede sadece Hıdırlık Tabyası’nı gezdik, ancak diğer tabyalardan bir kısmının daha düzenlenerek gezilecek konuma getirildiğini öğrendik. Ayrıca, Balkan Savaşı döneminde bu bölgelerde düşmanın hareketlerini izlemek için zeplin balonlarının kullanılacağı bir sistem geliştirilmiş olmasına rağmen, eldeki helyum gazının balonun tek bir kullanım için yeterli olması ve İstanbul’dan takviye gaz gelmemesi sonucu zeplin balonu Osmanlı Devleti tarafından tek bir sefer kullanılabilmiştir. Aynı balon Bulgarlar tarafından ise defalarca keşif amaçlı kullanılmıştır.
Bundan sonraki durağımız Edirne’de 2004 yılı içinde yeniden ibadete açılan Saint Gregoria (Aya Yorgi) Bulgar Kilisesi. 23 Nisan 1880 tarihinde temeli atılan ve Sultan II. Abdülhamit zamanında 1889 yılında bitirilerek ibadete açılan bu kilise, uzun yıllar kapalı kalmasının ardından Avrupa Birliği’ne giriş çabalarımızın paralelinde bir iyiniyet göstergesi olarak 2004 yılı içinde Bulgar Başbakanı’nın Türkiye’ye yaptığı seyahat sırasında tekrar restore edilerek ibadete açılmıştır. Bu bilgiyi sizinle paylaştıktan sonra bir başka bilgiyi daha sizlerle paylaşmak istiyorum.
Osmanlı Devleti tarafından, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin güç kazandığı 1910 yılının Temmuz ayında Osmanlı Devleti’nde “Kiliseler Birliği Kanunu” çıkarılmıştır. Bu Kanun sonrasında Yunan-Bulgar ittifakı oldukça kuvvetlenmiş, bu da Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecini hızlandırmıştır. Ben bu olayı duyunca, o dönemdeki olayı bu dönemdeki olaylarla karşılaştırma ihtiyacını hissettim. Biz müslümanlar başka dinlere mensup toplulukların ibadethanelerini restore edip yeniden ibadete açmalarına yardımcı olurken, acaba onlar da bizim dinimizin yaşandığı ibadethaneleri aynı ilgi ve şefkatle ele alıyorlar mı diye düşündüm. Saraybosna, Hırvatistan, Rodos, Endülüs gibi İslamın daha önce yoğun olarak yaşandığı bölgeleri gezmiş ve Bulgaristan-Makedonya bölgesine daha çok yakın bir zamanda seyahat etmiş bir arkadaşımın bu bölgedeki gözlem ve izlenimlerini dinlemiş biri olarak bu soruya maalesef verdiğim cevap kocaman bir HAYIR. O zaman biz neden bu ibadethanelere bu kadar alicenaplık gösteriyoruz? Kaldı ki, buraları gezerken aldığımız bir bilgi bu bölgelerin geleceği konusunda da bizi derin derin düşünmeye yöneltti. Çünkü ziyaret etmiş olduğumuz kilisenin civarındaki evlerin bazılarının Bulgarlar tarafından satın alınmaya çalışıldığını öğrendik. Biz iyi niyetli olabiliriz, ama su uyur düşman uyumaz, bunu da unutmamak, tetikte beklemek gerekir diye düşünüyorum.
Buradan doğruca Şükrü Paşa Anıtı ile Balkan Müzesi’nin bulunduğu Buçuktepe’deki bölgeye geçiyoruz. Şükrü Paşa’nın Edirne tarihinde özel bir yeri ve önemi var. İstanbul’da yaşanan 31 Mart Vak’asının ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmesi sonucu İstanbul’da yaşanan karışıklıklar sonrasında ülke yönetimi başıboş durumda kalmış, Balkan ülkelerinde bulunan 2. Ordu dağıtılmış, Edirne’deki 1. Ordu’nun başında bulunan ve II. Abdülhamit’e bağlı olduğu öne sürülen Şükrü Paşa görevden alınmıştır. Bu karışıklıklardan istifade etmeye çalışan Balkan ülkelerinin çıkardığı Balkan Savaşı sırasında Şükrü Paşa, rütbesi alınmış olmasına rağmen şehri savunmak zorunda kalmış, karşı tarafın gücü ve İstanbul’dan talep ettiği yardımın gelmemesi karşısında şehri düşmana teslim olmak zorunda bırakılmıştır. Bu anıt 1912-1913 Balkan Savaşı sırasında yaşanan olayları anmak ve sonraki nesillere hatırlatmak üzere yapılmıştır. Balkan Savaşı sırasında 300.000 Türk askeri şehit olmuş, 20.000 Türk askeri ise Bulgarların mezalimi sonucu aç ve susuz bırakılarak kırılmıştır. Savaş sırasında zorda kalan askerlerin birçoğu süpürge tohumundan yapılmış ekmek yiyerek ve ağaç kabuklarını kemirerek hayatta kalmaya çalışmışlardır.
Balkan savaşları; Bulgar, Yunan, Sırp ve Karadağ devletlerinin aralarında kurdukları bir anlaşmayla meydana gelen ittifak kuvvetleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında geçmiştir. Bu arada, içeride de rejim değişikliği için çalışan siyasi parti çekişmeleri ile büyük devletlerin baskıları İmparatorluğu zayıf düşürmüştür. Sonuçta, 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması ile Balkanlar ve Ege adaları kaybedilmiştir.
Balkan Savaşı’nın neden ve sonuçlarını doğru bir şekilde tahlil edebilmek için o dönemde farklı gruplar arasında yaşanmış olan ilişkilerin iyi bilinmesi ve yorumlanması gerekmektedir. Rehberimizin kendi bilgi ve birikimlerinden bize aktardığı kadarıyla, bu dönemde; i) genç subaylar, ii) tarikatlar (mevlevi ve bektaşi) ile iii) İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni oluşturan unsurlar olarak tanımlanabilecek gruplar arasındaki ilişkiler devletin düzenini olumsuz yönde etkilemiş ve günümüzde “Sabetaycılar” olarak isimlendirilen, kendilerini müslüman olarak gösteren yahudilerin kurduğu cemiyetler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecini hızlandırmıştır. Bu kişiler maalesef çoğu zaman devletin üst makamlarında görev yapmışlar, ülke yönetimine ciddi zararlar vermişlerdir. O zamanlar mevcut olan bu durumun bugün de değişik boyutlarda devam ettiğini görmek bize ayrı bir acı ve üzüntü veriyor.
Bundan sonra Meriç Köprüsü’ne doğru hareket ediyoruz. 1842 yılında yapımı başlatılan ve 5 yıl içinde tamamlanan bu köprü yakın bir zamana kadar Türkiye ile Yunanistan arasında bir sınır olma niteliğinde idi. Çok güzel bir mevkide bulunan köprünün çevresinde çay içip yemek yiyebileceğiniz güzel mekanlar da bulunmaktadır. Meriç Nehri kıyısında oturup bir çay içmek ve bu muhteşem köprüyü seyretmek doyumsuz bir haz veriyor insana. Buradan ayrılırken, Hacı Adil Bey çeşmesini de görmeyi ihmal etmeyin. Meriç Köprüsü’nü geçtikten sonra sizi sağ ve sol tarafı ağaçlıklı bir yol bekliyor. Bu yol sizi Karaağaç Bölgesi’ne götürüyor. Yolda giderken sağ tarafınızda çok geniş bir alana yayılmış Söğütlük Orman İçi Dinlenme Tesislerini görebilirsiniz. Ayrıca bu yol üzerinde, Balkan Savaşı şehitlerinin yattığı bir mezarlık alanı da bulunuyor. Yol boyunca ilerlerken, bu bölgede yer alan ve bölgeye adını veren karaağaçların kovuklarının II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin savaşa girme ihtimaline karşı mayınlarla doldurulduğunu da öğreniyoruz.
Yolun devamı sizi Lozan Anıtı ile Karaağaç Eski Tren Garı’nın bulunduğu bölgeye götürüyor. Lozan Anıtı 1998 yılında, 110 gün gibi kısa bir sürede yapılıp bitirilmiştir. Bu anıtın yapılış nedeni de oldukça ilginç. 1923 yılında İsmet İnönü başkanlığında yapılan Lozan görüşmelerinde, savaşı kazanmış taraf olarak istediğimiz parasal tazminata karşılık müttefik devletleri Karaağaç Bölgesi’ni Türkiye’ye vermeyi önermişlerdir. Lozan Anıtı da 1923 yılında yaşanmış olan bu gelişmeyi anıtlaştırmak üzere, antlaşmanın yapıldığı tarih üzerinden tam 65 yıl geçtikten sonra yapılmış. Anıt, biri uzun (Anadolu’yu simgeliyor) diğeri ondan kısa (Trakya’yı simgeliyor) iki sütun arasında Karaağaç bölgesini simgeleyen bir sütunun yer aldığı bir tarzda, bir elinde güvercin diğer elinde ise Lozan antlaşmasını tutan adaleti simgeleyen bir kızın bulunduğu bir kompozisyonda şekillendirilmiş.
Bu anıtın hemen ilerisinde Eski Karaağaç Tren Garı yer alıyor. 1970’li yılların başlarına kadar aktif olarak yolcularına hizmet veren bu tren garı şimdilerde Trakya Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmaktadır. Bu tren garının bir kulesi de 2004 yılı Kasım ayında çıkan bir yangın sonrasında ciddi anlamda hasar görmüş bulunmaktadır. Tren garının hemen ön kısmında sembolik olarak yerleştirilmiş bir lokomotif, hemen arka tarafında ise Lozan antlaşmasına ilişkin belgelerin sergilendiği bir müze var. Maalesef geziyi yaptığımız sırada Lozan Müzesi kapalı olduğu için gezme fırsatı bulamadık.
Buradan hareketle hemen yakında bulunan Pazarkule sınır kapısını görmek üzere yola çıkıyoruz. Edirne’nin bir sınır şehri olması nedeniyle altı farklı sınır kapısı bulunmakta. Bunlar; Kapıkule, İpsala, Pazarkule ve Uzunköprü sınır kapıları. Kapıkule ve Uzunköprü’de karayolu dışında demiryolu sınır kapıları da mevcut. Ayrıca bu sınır kapılarına ek olarak, önümüzdeki günlerde Hamzabeyli sınır kapısı da hizmete açılacak.
Bir sonraki durak yerimiz 1970’lerin başına kadar Yahudilerin ibadetlerini yaptıkları bir sinagog ve bu bölge çevresinde bulunan Musevi mahallesi. Harap halde bulunan bu sinagogda ibadet eden yahudiler 1970’li yıllarda İsrail’e göç ettiklerinden dolayı, buralarda yaşayan birkaç yahudi aile ile musevi mahallesinde yer alan yapılar dışında bu dine mensup olanlara ilişkin ciddi bir iz görülmemekte.
Edirne’de bizi en çok etkileyen yerlerden birisi de II. Beyazıd Külliyesi ve Sağlık Müzesi oldu. Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü’nü geçerek geldiğimiz Sultan II. Beyazıd’ın 1484-1488 yılları arasında Mimar Hayrettin’e yaptırdığı II. Beyazıd Külliyesi tam dokuz kısımdan oluşuyor. Cami, imaret, darüşşifa, tıp medresesi, sıbyan mektebi, hamam, tabhane (misafir ağırlama bölümü), mumhane, mutfak ve ambarlardan oluşan bu yapı, Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamandaki en büyük sosyal kurumlarından biri. Bu külliyede ilk defa su ve musiki tedavi amaçlı kullanılmış. Belli musiki makamlarının belli hastalıklara iyi geldiği ve su sesinin özellikle ruhi sıkıntı içinde bulunan hastaları iyi ettiği yaklaşımıyla Darüşşifa’da haftada 3 gün konser verilerek, müziğin tedaviye sağladığı katkı tıbbın hizmetine sunulmuştur.
Darüşşifa bünyesinde kullanılan tedavi yöntemlerinin ele alındığı ve sergilendiği Sağlık Müzesi ise Trakya Üniversitesi’nin katkıları ile yoğun çalışmalar sonucu kurulmuş ve Avrupa Konseyi 2004 yılı Avrupa Müzesi ödülünü almaya hak kazanmıştır. Bu müzeyi gezip gördüğümüzde biz de bu müzenin ödüle ne kadar layık olduğunu anlıyoruz.
Sarayiçi – Kırkpınar – Er Meydanı
Sarayiçi bölgesine geldiğinizde sizi ilk karşılayan yapı temsili olarak dikilmiş olan Balkan Savaşı Anıtı oluyor. Bu anıt, Balkan Savaşı sırasında şehit olan yaklaşık 320.000 askerin anısına dikilmiş ve bu anıtın duvarlarında farklı şehirlerden bu savaşa katılmış bulunan yüzlerce kişinin isim ve doğum yerleri yazılı. Her bir ismi okudukça Çanakkale Savaşı Anıtı’nı gezerken olduğu gibi insanın tüyleri diken diken oluyor.
Bu bölgede bir de büyük bir “tavuk ormanı”nın olduğunu öğreniyoruz. Sarayiçi bölgesinde bulunan bu tavuk ormanından ciddi bir şekilde faydalanılıyormuş. Osmanlı devletinde yapılan sağlam yapıların harcında yumurta akının karışımıyla elde edilen Horasan harcının kullanıldığını öğrendiğimizde bu tavuk ormanının büyüklüğü bizi hiç de şaşırtmıyor.J
Sarayiçi’ni dünya gündemine taşıyan en önemli olay ise kuşkusuz 643 yıldır devam eden tarihi Kırkpınar güreşleri. Er Meydanı Kırkpınar’da yapılan bu güreşler Edirne’nin feth olunduğu 1361 yılından bu yana aralıksız olarak devam etmektedir. Adalı Halillerin, Kel Aliçoların, Koca Yusufların, Kurtdereli Mehmetlerin el ense çektiği ve kıran kırana kapıştığı bu meydanda biz sadece onların ruhlarına birer fatiha okumakla yetindik. Güreşlerin yapıldığı stad kapalı olduğu için göremedik ama, Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı stad çevresini gezme imkanı bulduk. Tunca ırmağı kıyısında yer alan bu bölge gerçekten çok latif bir doğaya sahip.
Sarayiçi’nin çok bilinmeyen bir başka yapısı da Adalet Kasrı. Bugünün Yargıtay’ına karşılık gelen Adalet Kasrı dört bölümden oluşmakta. Birinci katta muhafızlar, ikinci katta şerbetçiler, üçüncü katta katipler, en üst katta ise kanunları yapmak üzere çalışan Kanuni Sultan Süleyman’ın makamı yer alıyor. Adalet Kasrı’nın hemen ön kısmında biri “İbret Taşı” diğeri de “Hürmet Taşı” adı verilen iki taş bulunuyor. “İbret Taşı”nda kellesi alınan devlet adamlarının kellesi sergilenmekte iken, “Hürmet Taşı”na ise arzu, istek ve şikayetleri olanlar arzuhallerini bırakmakta. Bu dilek ve istekler incelenerek bu kişilerin hacetleri giderilmeye çalışılmaktadır.
Sarayiçi bölgesinde yer alan diğer önemli yapılar arasında Cihannüma Kasrı ve IV. Mehmet’in ava çıktığı zamanlar dinlenmek üzere kullandığı av köşkü de bulunuyor.
Sarayiçi bölgesini geride bıraktıktan sonra, bir sonraki uğrak yerimiz Muradiye Camii ve Medresesi. Halihazırda restorasyon çalışmaları devam eden, II. Murat tarafından yaptırılmış bu caminin mihrabının çinileri çok özel ve güzel olmakla birlikte çoğu maalesef çalınmış. Mevlana’nın bir torununun da burada yattığı söylenmekte. Muradiye Medresesi’nin yanında eskiden bir de Mevlevi ve Rufai tekkesi olduğu ifade edilmektedir. Bu bölgede, Mevlevilik, Bektaşilik ve Rufailiğin önde gelen tarikatlar olduğu göze çarpmaktadır.
Edirne’nin Ağız Tadı
Edirne’nin en meşhur yemeklerinden biri “tava ciğeri”. Tava ciğeri yapan dükkanlara şehrin hemen hemen her yerinde rastlamak mümkünse de, şehir merkezine yakın olan Sarraflar Caddesi’nin alt kısmında yer alan Ali Paşa Çarşısı’nın çıkışında sadece “tava ciğer” yapan dükkanların yer aldığı bir sokak var. Halk hem öğlen hem de akşam bu dükkanlara büyük ilgi gösteriyor. Yalnız burada yapılan tava ciğeri bizim Anadolu’da ve İstanbul’da alıştığımız “arnavut ciğeri”nden biraz farklı. Ciğerler döner tarzında yassı şekilde kesiliyor ve ekmek ununa batırılıp kızartılıyor. Masaya servis yapılırken de, alıştığımız tarzda garnitür olarak kuru soğan ve domates değil, kurutulmuş kırmızı acı biber kullanılıyor. Bu biberler müthiş acı olduğundan kaçınılmaz olarak tava ciğeri yapan dükkanlarda içecek sipariş verirken ilk tercihiniz ayran oluyor. Biz Edirne’ye geldiğimiz ilk günün akşamı tava ciğerinin tadına baktık ve çok beğendik. Tava ciğer yemek için tavsiye edilen en meşhur mekan Akgünler Edirne Tava Ciğer. Bununla birlikte, akşam gittiğiniz zaman bu dükkanda tava ciğer kalmadı ise, siz de bizim yaptığımız gibi sokak içinde yer alan ciğercilerden birine girip, afiyetle karnınızı doyurabilirsiniz.
Edirne’de karnınızı doyurabileceğiniz meşhur bir yer de, hemen Selimiye Camii’nin yakınında bulunan “Park Osman Köftecisi”. Bize söylendiğine göre, İstanbul’dan insanlar özellikle buraya köfte yemeye geliyorlarmış. Burada da sizin için köftenin tadına baktık. Hem köfteyi hem de üzerine yediğimiz Kemalpaşa tatlısını çok beğendik.
Edirne’nin bir başka meşhur yiyeceği de badem ezmesi. Doğrusu ben buraya gelinceye kadar bunu bilmiyordum. Badem ezmesi konusunda en bilinen firma ise, 1961 yılından bu yana faaliyet gösteren ve bu işin üretimi ile uğraşan “Keçecizade”. Firmanın sadece Edirne içinde altı dükkanı var. Bununla birlikte, şirket dışa açılma konusunda çekingen davranıyor. Edirne’de bu işle uğraşan ikinci büyük firma ise “Aslanzade”. Hem fiyatının ucuzluğu hem de ağızda eriyen tadının muhteşemliği ile Edirne’nin badem ezmesi yemeğe doyumsuz bir tat.
Yemek hususunda en son tavsiye edeceğimiz ürün ise Edirne’nin peyniri. Peynir üretimi konusunda yoğun bir çabanın devam ettiği Edirne’den gerek beyaz peynir gerekse Trakya kaşarı almanız şiddetle tavsiye olunur. Nitekim, oradan aldığımız peynirlerin tadı gerçekten de muhteşem çıktı. Peynir alımı için tavsiye edebileceğimiz firma ise şehir merkezine yakın bir yerde bulunan “Erdoğan Peynircilik”. Yukarıdan beri verdiğimiz firma ünvanlarından hareketle, söz konusu firmalardan komisyon aldığımız zannedilmesin sakın. Biz sadece gördüğümüzü ve test edip onayladığımızı öneriyoruz.
Edirne Hatırası
Edirne’den alabileceğiniz geleneksel ürünler içinde en popüler olanı, meyve şeklinde yapılan, envai renk ve kokudaki misk sabunları. Bu sabunları Edirne’nin hemen hemen her yerinden almanız mümkün. Biz size bunları satın almak konusunda zengin ve farklı çeşitleri birarada bulabileceğiniz Ali Paşa ve Arasta Çarşılarını tavsiye ederiz. Bunun dışında, Edirne’nin aynalı süpürgeleri de oldukça meşhur. Anlatıldığına göre eskiden gelinler aynalı süpürgeleri kayınvalidelerini izlemek için kullanıyorlarmış. Günümüzde de gelin-kaynana çekişmesinin aynı hızda devam ettiğini düşünürsek, bu rivayette gerçek payının var olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlar dışında, Edirne’nin özellikli ürünleri içinde ağaç işçiliği kullanılarak meydana getirilen “Edirnekari” adı verilen ahşap boyamalar, Edirne bez bebekleri sayılabilir. Bu tip ürünlere gerek Selimiye Camii gerekse Sarraflar Çarşısı üzerinde bulunan E-Tur mağazalarından ulaşabilirsiniz. Bu ürünler özellikle son zamanlarda Edirne’yi tanıtmak ve burada yaşayan kişilere maddi bir çalışma ve kazanç imkanı sağlamak amacı ile yapıldığından piyasada yüksek fiyatlı olarak satılmaktadırlar.
Sanatsal açıdan dikkatimizi çeken bir eksiklik ise, Edirne’nin çok zengin bir kültür ve tarih yapısına sahip olmasına karşın, şehir içi ve çevresinde mevcut bu eserlerin minyatürlerinin yapılıp satıldığı hiçbir dükkanın karşımıza çıkmaması oldu. Bu husus önemli bir turizm potansiyeline sahip olan ve her yıl binlerce turisti ağırlayan şehir için bir an önce eksikliği giderilmesi gereken bir husus olarak gözümüze çarptı.
Son Söz ve Bir Tavsiye
Edirne’ye yaptığımız bu gezi bizim için hem bilgi ve kültürümüzü arttırmak, hem de uzak ve yakın tarihimizi daha yakından tanımak açısından oldukça eğitici ve öğretici oldu. Gezimizin bu derece zevkli ve öğretici geçmesinde rol oynayan kişi ise, bizi bu seyahati yapmaya karar vermemiz aşamasında Edirne’de kalabileceğimiz yerler konusunda bilgilendiren ve Edirne’de gezdirip farklı ve analitik bakış açısı ile farklı şekilde düşünmeye motive eden rehberimiz oldu. Yaşadığı ve çalıştığı kenti seven rehberimiz ile olan 1.5 günlük beraberliğimiz bize, hem seyahat ettiğimiz yerler konusunda bundan sonra nelere dikkat etmemiz, hem de yaşadığımız çevreyi tanımamız ve sevmemiz konusunda nasıl düşünmemiz gerektiği hususlarında önemli dersler verdi. Bu nedenle, Edirne’ye seyahat edecek dostlarımıza rehberimizi gönül rahatlığı ile tavsiye ederiz.
Son olarak, Edirne’yi gezerken tarihini ve tarihten ders çıkarmasını bilmeyen toplumların yok olacağı gerçeğini bir kez daha hatırlama, tarih mirasımızın zenginliğini bir kez daha tüm çıplaklığı ile gözlemleme fırsatı bulduk. Sözün kısası, biz serhat şehrimiz Edirne’den İstanbul’a, geçmişten günümüze intikal eden bir tarih derinliği ve zenginliği içinde soluduğumuz ruhsal huzurun doygunluğunu taşıyarak döndük. Edirne’yi görmemiş olanlara gidip görmeleri, gitme fırsatı bulamayanlara da keyifle okumaları dileğiyle…
Mustafa Yılmaz
Kasım 2004