Misyonerlik ve Akılcılık

İnanç özgürlüğü, hangi din ve inanç söz konusu olursa olsun evrensel yaşamın vazgeçilmez olgularından biri, kültür ve inanç coğrafyasının korunması gereken alanlarından ilkidir. Bu görüşün en iyi uygulayıcılarından biri de, geçmiş asırlardan bugüne müslüman toplumlarıdır. Yaklaşık 700 yıl İspanya’da hüküm süren Endülüs medeniyeti, 700 yıllık dev bir geçmişe dayanan ve dört kıtada farklı dil, din ve kültüre sahip toplumları bir arada yöneten Osmanlı devlet yaşamı bunun en açık örnekleridir.

Beni bu yazıyı kaleme almaya yönelten olgu, son iki ay içinde karşılaştığım iki farklı olayın gözlemlediğim ortak yönleridir. Birinci gözlemim, Ramazan ayı içinde televizyon kanallarından birinde İstanbul’da Sultanahmet meydanında iftar öncesinde yapılan bir yayın sırasında, spikerin mikrofonu Uzakdoğu kökenli bir yabancı turiste uzatıp Ramazan hakkındaki görüşlerini sormasının ardından turistin önce cevap vermek istememesi, ardından da “ben misyonerim” şeklinde verdiği cevaptı. Bu cevap bana, bizim bazı durumlarda verdiğimiz reaksiyoner bir cevap olan “ben de müslümanım elhamdülillah” tarzındaki cevabı hatırlattı. Bu cevabın altında yatan mesaj şu idi, “ben misyonerim ve bu misyonum dışında bir şey söylemem”. Aslında düşünüldüğünde çok idealist bir yapıyı çağrıştıran bu cevap, aynı zamanda üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken bir olaydı benim için.

İkinci gözlemim, bu olayın üzerinden yaklaşık iki ay geçtikten sonra, 2005 yılı Ocak ayı başında televizyonda gördüğüm, Ankara’da Kızılay meydanında tezgah açıp bedava İncil dağıtan güleç yüzlü Uzakdoğulu bir misyonerin davranışı oldu. Bu olayın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş tarihi olarak kabul edilen 17 Aralık 2004 tarihinden hemen sonraya rastlaması da ilginç bir tesadüftü. Ama bence esas ilginç olan tesadüf, yukarıda bahsetmiş olduğum her iki olayda da başrolde Uzakdoğu kökenli insanların yer almasıydı.

Türk milleti genellikle misyoner faaliyetler konusunda Avrupa ve Amerika’lılara karşı, Osmanlı devletinin çöküş döneminden gelen bir önyargıya sahiptir. Buna karşın, Türklerin Uzakdoğu kökenli insanlara karşı bakış açısı daha sıcaktır. Bu bölge insanlarını içten, samimi, saf ve temiz bulurlar. Türkiye’nin Kore savaşına katılması, Japonların geleneklerine bağlılığı, Uzakdoğu bölgesinde yer alan ülkelerle daha önce savaşmamış olmamız ve daha birçok olay bu iki toplumu birbirine yaklaştırmış, birbirlerine sempatik davranmaya yöneltmiştir. Bu olgu, misyonerliğin kökeninin atıldığı Avrupa ve Amerika’daki Hıristiyanlar tarafından da iyi bilindiğinden, bu toplumun bireyleri kullanılmaya, bu kişilere daha düşük dozda reaksiyon gösterileceğinin hesabı yapılarak misyonerlik faaliyetleri söz konusu kişiler üzerinden yürütülmeye başlanmıştır. Misyonerlik görevini yerine getirmek üzere Uzakdoğu kökenli insanların kullanılma gerekçelerinden biri de, kendileri de orijinal olarak Hıristiyan olmayan bu kişilerin karşı tarafı ikna etme gücünden yararlanmak istenmesi olabilir.

Toplumların ve inanç sistemlerinin kendi inançlarını ve o inançları temsil eden olguları savunmaları ve onları başka toplumlara propaganda yolu ile benimsetmeye çalışmaları normal kabul edilebilecek bir davranış biçimidir. Ancak, tarihçi İlber Ortaylı’nın da dediği gibi bugün için sorun olmayan bu hareketlerin hep böyle kalacağı düşünülmemelidir. Öyle olarak kalmasına, gidişatın çığırından çıkmamasına dikkat edilmelidir. Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, bu tip oluşumlara verilecek tepkinin şekli ve boyutudur. Yukarıda bahsettiğim Ankara Kızılay meydanında İncil dağıtılması olayında, Türk toplumunun bazı fertlerinin bu olaya tepkisi, söz konusu misyonerlere tepki göstermenin akabinde, Türk vatandaşlarına Kuran-ı Kerim dağıtılması şeklinde olmuş, halk ise bedava dağıtılan bu Kuran-ı Kerimleri alma gayreti içine girmiştir.

Bu davranış iyi niyetli olmakla birlikte, reaksiyoner olmaktan öteye geçemeyen akıllı bir davranış biçimi değildir. Dini değerler sloganlarla değil, akılla korunmalıdır. Bugün birçoğumuzun evinde ve belki de başucunda Kuran-ı Kerim olduğu halde, bizler dini kitabımızı yüzünden Arapça olarak okumayı bilmediğimiz gibi, içeriğinin tercüme edildiği mealleri de okuma lütfuna muhtemelen tenezzül etmemişizdir. Dindarlık ve dini inanç savunuculuğu lafla olmaz. Diğer bir ifade ile, atalarımızın da dediği gibi “aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz”. Nasıl ki seven kişi sevdiğine emek verir, onu sıklıkla arar ve anarsa, bizim de sevdiğimizi söylediğimiz dinimize ilgi, sevgi ve muhabbet göstermemiz gerekmektedir. Eşini veya sevgilisini sevdiğini söyleyen, ama onun yüzüne bakmayan, onu anlamaya çalışmayan bir eş veya sevgili ne kadar makbul ve kabul edilebilirse, müslüman olduğunu söyleyen, ama ne mensup olduğu dinin kitabının içeriğini, ne de peygamberinin yaşadığı hayatı ve yaptıklarını bilmeyen müslüman da ancak o kadar değerlidir. Aslında bu söylediklerim sadece İslam dinini benimsemiş müslümanlar için geçerli değildir. İster Yahudi, ister Hıristiyan, ister başka bir dine mensup olsun, bu söylediklerim her inanç grubundan insan için doğruluğu tartışılmaz gerçeklerdir.

Sonuç olarak, misyonerlik faaliyeti dünyanın geçmişinden bugüne kadar süre gelen, devletlerin akıbeti üzerinde farklı boyutta kültür ve inanç erozyonu yaratacak izler bırakabilen bir devinimdir. Bu oluşumun dünya üzerinden tamamen bertaraf edilebilmesi mümkün ve gerçekçi olmamakla birlikte, söz konusu misyonerlik çalışmalarının hangi kaynaklardan, nasıl bir yaklaşım tarzı izlenerek gerçekleştirildiği hususlarını bilmek ve gelişmeleri gözardı etmeksizin yakından izleyerek gerekli önlemleri akıl ve siyaset dairesi içinde almak büyük önem taşımaktadır. Bu önlemlerin birincisi ise, karşı olduğumuz dini görüşleri savunan kişilerin görüşlerini aşağılamaktan ziyade, kendi savunduğumuz görüşlerin ve inancımızın içini doldurmaktan geçmektedir. Bunun da ilk aşaması, mensup olduğumuz dinin ifade ettiği gerçekleri iyi anlamak, özümsemek ve dini vecibelerimizi farkındalığını idrak ederek yerine getirmeye çalışmaktır.

Doç. Dr. Mustafa Kemal YILMAZ
14 Ocak 2005