Toplumsal gelişimi yönlendiren en önemli dinamiklerin başında yazılı ve görsel kitle iletişim araçları gelmektedir. Bu araçlar içinde ise, radyo, televizyon, gazete ve dergiler ile her türden kitaplar ilk sırayı almaktadır. İnternet teknolojisinde yaşanan başdöndürücü hızlı gelişimin tüm iletişim araçlarını ahtapot gibi yutmaya başladığı günümüzde bile söz konusu iletişim araçlarının rolü sık sık gündeme gelmekte ve bireylerin gelişimi üzerindeki psikolojik etkileri ile toplumda neden oldukları kültür erozyonu tartışma konusu yapılmaktadır.
Medyadaki Yozlaşma
İletişim araçları içinde belki de en fazla tartışılanı, geniş kitlelere en rahat ulaşım imkanı veren, en önemli boş zaman doldurma ve haber alma kaynağı olan televizyondur. Ekranlardan verdiği bilgi ve mesajlarla toplumu hem olumlu hem de olumsuz istikamette yönlendirebilen televizyonun etkisinin ülkemizde daha çok olumsuz yönde olduğu söylenebilir. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) nın hazırladığı “Boş Zamanı Değerlendirme ve Kitap Okuma Alışkanlığı” Raporu’nda da belirtildiği üzere, Türkiye’de günlük televizyon izleme süresi 3.5 saat olarak gerçekleşmekte, dizilerle bu süre ortalama 4 saate kadar çıkmaktadır. Bu yönden Türk halkı, televizyon başında geçirilen vakit konusunda tüm dünyayı geride bırakıp, ABD’ni (4 saat) ve Japonya’yı (4 saat 29 dakika) yakalamış durumdadır. Söz konusu raporda diğer ülkelerin günlük ortalama televizyon izleme süreleri ise şu şekilde verilmektedir: İngiltere’de 3 saat 20 dakika, Avustralya’da 3 saat, Almanya’da 2 saat 55 dakika, Fransa’da 2 saat 50 dakika, Peru’da 2 saat 40 dakika, İsveç’te 2.5 saat. Eurodata TV Worldwide adlı kuruluş tarafından 72 ülkede, 2.5 milyon izleyici ve 600 kanaldan elde edilen verilere dayandırılarak hazırlanan bir başka raporda, dünya genelinde izleyicilerin her gün ekran karşısında geçirdikleri sürenin bir önceki yıla göre 15 dakika artış gösterdiği, televizyon izleyicilerinin her gün ortalama 3 saat 39 dakika ekran başında kaldığı tespit edilmiştir.
Bilimsel açıdan bakıldığında, Türk halkının ekran başında geçirdiği 3.5 saat aslında çok önemli bir zaman dilimidir ve yarım gün eğitim yapan bir okulda günlük eğitim süresine eşit bulunmaktadır. Ulusal kanallarda haftada yaklaşık 40 yerli dizi yayınlanmaktadır. Birbiri ardına kanalları istila eden ve biri diğerinden türeyen bu diziler hiçbir sosyal içerik taşımadığı gibi, toplumu olumsuz yönde etkilemekte, bir taraftan şiddet yanlısı, saldırgan bireyler yaratırken, diğer taraftan zihin ve beden sağlığımızı ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. Mevcut programların çoğu, başta kadın ve çocuklar olmak üzere, toplumun kültür yapısı üzerinde telafisi zor yaralar açmakta, özellikle çocukların hayal gücü ile yaratıcılığını köreltmektedir. Ne yazık ki Türkiye’de yaşanan bu ekran erozyonu sadece dizilerle sınırlı kalmamakta, en ciddi program olması gereken haber bültenleri dahi, birkaç kanal dışında tamamen magazin programına dönüştürülmüş bulunmaktadır. Nitelikli belgesel programları ise, çok az sayıda olmak üzere en düşük izlenme oranının olduğu saatlerde yayınlanmaktadır.
Bu olumsuz etkilerine ek olarak, televizyon insanların günlük yaşantılarına da müdahil olmakta, aile ziyaretleri ve arkadaş buluşmaları artık televizyon dizilerine göre ayarlanmakta, insanlarımız kendi dizisinin günü olduğunu söyleyerek tüm bir haftayı esaret altında geçirebilmektedir. Bu etki ertesi gün başlayan iş yaşamına da sirayet etmekte ve çalışanlar mesailerinin belki de en değerli ilk birkaç saatini izlenen dizilerin son bölümü ile karakterlerini tartışmak için ayırmaktadırlar. Bu durum nihai aşamada, toplumda yüz yüze iletişimi azaltmakta, sevgi bağlarını zedelemekte, insanları kalabalıklar içinde yalnızlığa itmekte ve kısır kelime hazinesine (300-400 kelime) sahip bireyler topluluğu ortaya çıkarmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, özellikle toplumda eğitim ve kültür seviyesi düşük bireyler, ekrandan aktarılanları sık sık gerçek hayatla özdeşleştirme hatasına da düşmekte ve sosyal yaşamda yanlış tercihlerde bulunabilmektedirler.
Ülkemizde mevcut durum basın-yayın sektörü açısından da pek parlak gözükmemekte olup, bu süreçte, özellikle sorumlu gazetecilik anlayışının ciddi olarak sorgulanması gerekmektedir. Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında gazetelerimiz hem içerik kalitesi, hem sosyal sorumluluk ilkesine uyum, hem de tiraj açısından emsallerinin gerisinde kalmış durumdadır. OECD tarafından yayınlanan yıllık rapora göre, Japonya’da % 62, Almanya’da % 63, Fransa’da % 41, İngiltere’de % 44, İtalya’da % 38, İsveç’te % 61, Hollanda’da % 44 olan gazete okuma oranı, Türkiye’de – tartışmalı olsa da – sadece % 5 seviyesindedir. İçerik kalitesi açısından bakıldığında da maalesef, Türkiye’de çıkan gazeteler özellikle son 20 yıldır toplumun kültür yapısını geliştirmek bir tarafa, sosyal sorumluluk ilkesinden uzak, dejenerasyonu arttırıcı yayınlar yapmış, adeta bir “manşet okurları” kitlesi yaratmıştır. İçerikli ve kaliteli haberler vermek yerine, büyük puntolu, bol resimli, magazin ağırlıklı haberler vermeyi tercih eden gazetelerin iç sayfa sütunlarında çoğu zaman, düşünce yapısını geliştirici, edebi uslübe sahip makaleler yerine, popüler kültürün dikkatini çekecek konuları işleyen renksiz makaleler yer almıştır.
Buna karşılık gazeteler, ciddi makaleleri okuyan kişi sayısının sınırlı olduğu tesbitinden hareketle, toplumun talep ettiği haber ve bilgileri verdiklerini ve tirajlarını yüksek tutabilmek için bunu yapmak zorunda olduklarını savunmaktadırlar. Bunun da en büyük kanıtı, Türkiye’nin önde gelen gazetelerinin bu yaklaşımı takip ederek tirajlarını yüksek tutmayı başarmaları, ciddi içerikli birkaç gazetenin ise tiraj bakımından en alt sıraları paylaşmasıdır. Aslında tiraj açısından da Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türk basınının durumu hiç iç açıcı değildir. Türkiye’de çok uzun zamandan bu yana toplam gazete satışları, artan nüfus ve okuma-yazma oranına rağmen 4 ile 5 milyon arasında değişmektedir. Avrupa ülkelerinde ise bu rakam çok daha üst seviyelerdedir. Bir örnek vermek gerekirse, 82 milyon nüfuslu Almanya’da satılan gazete sayısı 51 milyon adettir. İçerik açısından bakıldığında da, Avrupa ülkelerindeki ciddi gazetelerde yer alan makaleler ile Türkiye’deki gazetelerde yer bulan makaleler arasında farkedilir bir kalite farkı olduğu, ülkemiz gazetelerinde yayınlanan makale ve yazıların çoğu zaman entellektüel boyutta daha içe dönük, yüzeysel ve analiz kabiliyeti yetersiz kaldığı göze çarpmaktadır. Bu noktada, gazetelerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de yayınlanan dergilerin daha içerikli ve yazı kalitesi açısından daha verimli olduğu söylenebilir.
Aslında gazeteler hakkında bu eleştiriyi yaparken, biraz da çuvaldızı kendimize batırmamız gerekmektedir. Gazetelerde köşe yazarlarını okurken, herkes bir konu hakkında fikir beyan edebilmek için sevdiği, kendi görüşlerine paralel fikirler savunan yazarları takip etmekte, konuya tarafsızca bakıp bilgi edinip, bunları kendi düşünceleri ve birikimlerine göre yorumlamak çoğu zaman insanlarımıza zor gelmektedir. Öte yandan, ülkemizde gazete satın alan ve “okur-bakar” kitlesi olarak tanımlayabileceğimiz kişiler çoğu zaman gazeteleri bilgi sahibi olmaktan ziyade resimlerine bakmak, ilanlarını takip etmek, bulmacalarını çözmek üzere edinmektedirler. Bu bağlamda, çok sayıda gazetede haber ve yorum anlamında gözlenen çarpıcı zaafiyetler ve fikir kısırlıkları da, kabul edilebilir olmasa da, anlaşılabilir bir nitelik arz etmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında, tam anlamıyla göremesek de aslında ülke olarak günümüzde içinde bulunduğumuz en büyük kriz, ekonomik değil, kültüreldir.
“Okuyamama” Sendromu
Televizyon izleme alışkanlığının okuma alışkanlığı kazanmaya karşı engellemede önemli etkenlerden biri olduğu da aşikardır. MEB’nın yayınladığı raporda da belirtildiği gibi, Türkiye bugün kitaba yatırım konusunda dünya ortalamasının yarısını bile yakalayamayacak bir konumda bulunmaktadır. Bir Norveçli kitaba 137 dolar, Alman 122 dolar, İsveçli, Avustralya’lı ve Belçika’lı 100 dolar, ABD’li 95 dolar harcarken, bir Türk yılda kitap için yalnızca 0.45 dolar ayırmaktadır. Türkiye bu konuda dünya ortalaması olan 1.3 doların bile çok altında kalmış durumdadır. Kişi başına düşen kitap sayısı açısından bakıldığında da durum pek parlak gözükmemektedir. Bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okurken, Türkiye’de 6 kişiye yılda 1 kitap düşmektedir. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bir gazetede verdiği beyana göre, düzenli kitap okuma oranı Japonya’da % 14, ABD’nde % 12, Almanya ve İngiltere’de % 11 iken, Türkiye’de % 0,01 seviyesindedir. Diğer bir ifade ile, Türkiye’de yaşayan 70 milyon kişiden sadece 7 bin kişi düzenli olarak kitap okumaktadır. Zaten yazı teknolojisiyle yüzeysel bir ilişki sürdüren ve yazılı kültürü içselleştiremeden medya kültürünün ağına düşmüş olan bir toplumun okuma alışkanlığının da alt düzeyde kalmasına şaşmamak gerekir.
Yurtdışında, özellikle de Avrupa ülkelerinde metroda, otobüste hemen hemen herkesin elinde bir kitap görmek mümkün olduğu halde, ülkemizde bu alışkanlık maalesef yaygınlaşmamış, insanlar uzun seyahatlerde ne yapacağını şaşırır halde kıvranmakta, ya boyalı basına iltifat etmekte ve bulmaca çözmekte ya da çevreyi veya birbirlerini seyretmeyi tercih etmektedirler. Japonya’da “ayakta kitap okuma alışkanlığı” için “taşiyomi” sözcüğü kullanılırken, bizim ülkemizde bırakın ayakta kitap okumayı, evlerdeki kitapların bile yüzüne bakılmamakta ve kitaplar genellikle vitrinleri süsleyen bir aksesuar olarak kullanılmaktadır. Oysa düzeyli ve düzenli kitap okumak daha anlamlı bir yaşam ve geniş açı ile düşünebilmek için kaçınılmaz bir şarttır. Çünkü kitap, daha yüksek düzeyde bilgiyi, daha derinlemesine duyguyu, okurlarına daha kalıcı ve yinelenebilir bir ortamda sunmaktadır. Ülkemizde ise maalesef kitap okumak konusunda hem çoraklık hem de okunan şeyler açısından derin bir yozlaşma göze çarpmaktadır. Bu ise büyük ölçüde insanlarımızın okuma ihtiyacı ve yazma zevki eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye’deki okuma ve izleme oranları incelendiğinde, televizyon izleme oranı ile kitap okuma oranı arasındaki derin uçurum daha açık bir şekilde kendini göstermektedir. Yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de dergi ve kitap okuma oranı % 4, televizyon izleme oranı ise % 97’dir. Eğitim ve gelir seviyesi düştükçe televizyon izleme oranı ile kitap okuma oranı arasındaki uçurum daha da büyümektedir. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’nda da, kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin de bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada yer almıştır. Türkiye’de yüksek öğrenim görenlerin oranı 1965’e göre 14 kat artmasına karşın, yüksek öğrenim mezunlarının kitap okuma oranı 1965’in altında kalmış durumdadır.
Toplum olarak okuma alışkanlığımızın göstergesi olarak kabul edilebilecek bir başka ölçü de kütüphane sayısı ile kütüphanelerden ödünç alınan kitap sayısı ve dışarıdan satın alınan kitap sayısıdır. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Bülent Yılmaz’ın yaptığı bir araştırmaya göre, AB üyesi ülkelerden Almanya’da 11.332, Fransa’da 4.008, İngiltere’de 4.937 ve İspanya’da 5.209 halk kütüphanesi olmasına karşın, Türkiye’de sadece 1.435 tane kütüphane bulunmaktadır. Mevcut kahvehane sayısı (570.000) ile karşılaştırıldığında, bu rakam çok komik kalmaktadır. Yıllar itibariyle bakıldığında, kütüphanelerden ödünç verilen veya dışarıdan satın alınan kitap sayısında da ciddi bir azalma olduğu göze çarpmaktadır.
Türkiye’deki durumu göstermesi açısından, basın-yayın dünyamıza ilişkin birkaç önemli istatistiki bilgiyi daha paylaşmakta yarar var diye düşünüyorum. Avrupa ülkelerinde bir kitap için baskı ortalaması 30.000-50.000 aralığında olduğu halde, Türkiye’de bu rakam ortalama 3.000-5.000 seviyesinde kalmaktadır. Japonya’da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken, Türkiye’de sadece 23 milyon adet kitap basılmaktadır. Türkiye’de 1935 yılında 1.741 kitap basılmışken, 1995’te 5.172, 2002 yılında ise 7.000 kitap basılmış olması bir artış olduğunu göstermekle birlikte, kişi başına düşen kitap sayısı açısından bakıldığında bir azalış söz konusudur. Ders kitapları hariç bir yılda basılan kitap sayısı Almanya’da 65.000, İngiltere’de 48.000, Fransa’da 39.000 olmasına karşın, Türkiye’de sadece 7.000 civarındadır. Yayıncılar Birliği Başkanı Çetin Tüzüner, ülkemizde yaklaşık 1.500 yayınevinin bulunduğunu, ders kitabından test kitabına kadar herşey dahil olmak üzere Türkiye’de kitabın pazar payının 450 Trilyon TL (450 Milyon YTL) olduğunu belirtmekte ve Avrupa ile karşılaştırıldığında bunun çok düşük kaldığını ifade etmektedir.
Bu gelişmelerden en çok etkilenen platformlardan biri de edebiyat dünyamız olmaktadır. Ülkemizde artık içerikli entellektüel tartışmaların yapıldığı ortamlar gitgide azalmaktadır. Üstüne üstlük yıllarca okur-yazar oranını arttırmaya çalıştığımız bir ortamda, ülkemizde üniversite mezunları ve öğretmenler dahil toplumun önemli bir kesiminin okumaya karşı duyduğu bu ilgisizlik, hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın, gelecek için hiç de iç açıcı sinyaller vermemektedir. Aslında her şeyde olduğu gibi bu sektörde de pazarlamanın rolü büyüktür. Satılan kitaplar arasında edebi değeri yüksek, düşünce yapısını geliştirmeye dönük olanlar tercih edilmemekte, piyasada daha çok “DaVinci Şifresi”, “Kırmızı”, “Ferrarisini Satan Adam” gibi reklamı çok yapılan ve popülaritesi olan kitaplar talep edilmektedir. Dünya klasikleri, edebiyat dünyamızın nadide eserleri, fikir adamlarının benzersiz denemeleri, duygu dünyamızın yansıdığı şiir kitapları tiraj bakımından en son sıralarda yer almaktadır. Babıali’de 40 yıldır kitap basımı ile uğraşan bir duayenin, şiir kitabı bastıracak bir dostumuza şiir kitaplarının en az satılan kitaplar olduğunu söylemesi de tespitlerimizi teyit etmektedir.
Kültür Seferberliği Gerekli
Günümüzde hiç kuşku yok ki ülkeler, maddi refah düzeyini arttırarak çağdaş bir yaşam seviyesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Ancak, refahın temini sadece parasal güçle, ders ve meslek kitaplarındaki bilgileri öğrenmekle mümkün olmamakta, edebiyat, sanat ve kültür altyapısındaki gelişmelerin de bu gücün kalıcı olmasında çok önemli bir katkısı bulunmaktadır. Bu nedenle, devletler bir taraftan ekonomik politikalarını doğru olarak şekillendirerek kişi başına düşen milli geliri arttırmaya çalışmalı, diğer taraftan da entellektüel potansiyeli üst düzeye çıkaracak, dünya kültürüne katkıda bulunabilecek sanat, felsefe, edebiyat ve fikir adamları yetiştirmelidirler. Ülkemiz açısından da, Osmanlı döneminde ve 1970’li yılların başına kadar Türkiye Cumhuriyeti içinde birçok örneğini gördüğümüz bu potansiyeli yeniden canlandırmak, kahvehaneye dönüştürülmüş kıraathanelere (okuma salonları) eski misyonlarını iade etmek gerekmektedir.
Elbette mevcut düzeni bir anda tamamen tersine çevirmek mümkün değildir. Ancak, uzun vadede süreci tersine çevirebilecek birtakım adımlar da atılabilir. Bu adımların başında, ülkemiz insanlarına ilgi alanlarını da dikkate alarak küçük yaştan itibaren kitap okuma alışkanlığını kazandırmak, az da olsa devamlı okumalarını teşvik etmek sureti ile entellektüel altyapılarını geliştirmek, seviyeli ilmi tartışma meclisleri oluşturmak gelmektedir. Vaktin nakit olduğu bilincinden hareketle, toplum bireyleri televizyonun “telef” edici etkisinden kurtarılmalı, dost sohbetlerinde, okunan eserlerin içerikleri ile gezilen yerlere ilişkin izlenimler paylaşılmalıdır. Bu atılabilecek adımların ilk merhalesidir. Bu demek değildir ki, hiç televizyon seyredilmesin. Televizyon seyredilirken belgesel türü, bilgi verici programlar ve diziler tercih edilerek, görsel hafızamızın hayal gücümüz ile buluşmasına katkıda bulunulmalıdır. Hiç kuşkusuz bu girişimin gerçekleştirilmesi ikame edici olmaktan ziyade tamamlayıcı bir nitelik arz edecek şekilde olmalıdır. Toplumun ekseriyeti tarafından bu tip bir yaklaşımın takip edilmesi durumunda, hem televizyon kanalları hem de dergi ve gazeteler yaptıklarını yeniden gözden geçirme ve kendilerini yenileme ihtiyacı duyacaklardır. Aksi takdirde, “toplum bunu istiyor” kandırmacası ve kültürel erozyon her geçen gün artarak devam edecek, uzun vadede ülkeyi içinden çıkılmaz bir girdabın içine sürükleyecektir.
Son söz olarak şu hususu belirtmekte fayda var ki, toplumsal olarak kültürel bilinçlenme olmaksızın iletişim teknolojisindeki gelişmeler sadece boşa akan musluk vazifesi görecektir. Çeşmeden akan suyu doğru kanallardan geçirerek sulama yapılmadığı sürece, toprak çorak kalmaya devam edecektir. Bu nedenle ülkemizde de, geç kalınmadan toplumun en alt birim olan aileden en yetkin birimi olan kurumlara doğru geniş kapsamlı bir kültür seferberliğine gidilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde, önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği’ne girmeyi başarsak bile, kültürel açıdan üstesinden gelmekte zorlanacağımız gelişmelerin karşımıza çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Mustafa Kemal YILMAZ
29 Temmuz 2005