Mustafa Kemal Yılmazhoşgeldiniz
Kişisel web sayfasına hoşgeldiniz

İtalya Vera

Avrupa’nın görülmeye değer romantik ve otantik yerlerinden İtalya’ya yaptığımız gezi, bizim açımızdan hem tarihi hem de görsel anlamda kültür hazinemizi ve bilgi dağarcığımızı zenginleştirici izler bıraktı. Bu gezimiz sırasında; “Roma-Floransa-Venedik” (İtalya Vera) üçlüsü dışında, Siena, Pisa, Napoli, Sorrento, Pompei, Verona, Sirmione, Montecatini gibi İtalya’nın farklı özelliklere sahip çeşitli yerlerini de görme ve tanıma fırsatı bulduk. Gezinin detaylarını sizinle paylaşmaya başlamadan önce, İtalya hakkında genel bir bilgi vermek yerinde olur diye düşünüyorum.

İtalya Hakkında Birkaç Not

İtalya, Türkiye’den daha küçük bir yüzölçümüne sahip (595.000 km2), verimli toprakları olan, tarih ve kültür mirası açısından çok zengin bir birikimi bünyesinde barındıran bir ülke. Nüfusu 57 Milyon olan ülkede, uzun yıllardır ciddi bir nüfus artış yaşanmıyor. Yüzölçümü ve nüfus bakımından en zengin ve büyük şehirleri Roma ve Milano. Roma, İtalya’nın başkenti ve yaklaşık 4.5-5 Milyon nüfusa sahip. Milano ise İtalya’da sanayi ve finans sektörünün en gelişmiş olduğu şehirlerden biri ve Kuzey İtalya’nın başkenti olarak kabul ediliyor. Milano’da, farklı kültürde 72 milletten insan yaşıyor. Zengin kişi ve ailelerin birçoğu da burada yaşamayı tercih ediyor. İtalya’da asgari ücret net 900 Euro, ama alınan ortalama ücret 1500-2000 Euro seviyesinde. İtalya’da yaşayanlar ağırlıklı olarak Katolik inanışına sahip.

İtalya’nın diğer önemli bir bölgesi ise Toskana. Toskana yumuşak bir iklime sahip, çok güzel ve yemyeşil bir yerleşim alanı. Bu bölgeden geçerken, Bolu-Gerede tarafında seyahat ediyorum hissine kapıldım. Bölgenin en meşhur ürünleri, kırmızı şarap ile dağ mantarı. Toskana bölgesinde yer alan başlıca şehirler; Floransa, Pisa ve Siena. Floransa, Toskana bölgesinin yüzölçümü bakılmından en büyük şehri olmasına rağmen nüfusu az (400.000 kişi). Floransa aynı zamanda Rönesans’ın da doğduğu şehir olması nedeniyle önemli bir konuma sahip. Pisa ise tarihe baktığımızda bir liman şehri (Venedik gibi bir deniz Cumhuriyeti) olarak görünüyor ve açıklık bir alanda yer alıyor. Ancak şu anda denizden uzakta kalmış durumda. En önemli özelliği eğri kulesi. Siena ise UNESCO tarafından 1987 yılında korunmaya alınmış tipik bir Ortaçağ şehri. Siena, Floransa ve Pisa’da sanayi pek yok. İnsanlar geçimlerini ağırlıklı olarak tarım ve tekstilden sağlıyorlar. Floransa terzileri ile meşhur. Giyim konusunda birçok ilk (ilk dikiş iğnesi, pantalon vb.) buradaki terziler tarafından bulunmuş. Floransa bugün de birçok moda okuluna ev sahipliği yapıyor.

Toskana bölgesinde yer alan Ferrara İtalya’nın en önemli mermer yataklarına sahip ve dünyanın farklı yerlerine buradan mermer gönderiliyor. İtalya’nın değişik şehirlerinde yapılan kiliselerde kullanılan pembe ve yeşil renkli mermerler de bu yöreden getirilmiş.Transit geçerken yol üzerinde gördüğümüz Bologna da yüksek ticaret hacmine sahip bir şehir. Özellikle, otomotiv sanayii, makina sanayii (tren üretimi) ve cam endüstrisi oldukça gelişmiş durumda. İtalya’nın en önemli gelir kaynaklarından biri de turizm. Her yıl farklı ülkelerden gelen milyonlarca kişi başta Roma, Vatikan ve Venedik olmak üzere İtalya’nın farklı yerlerini ziyaret etmekte. Roma başta olmak üzere, birçok şehirde turistler için otellerde yer bulmak yılın birçok döneminde oldukça zor.

İtalya, kuzeyi ile güneyi birbirine benzemeyen ülkeler arasında yer alıyor. Kuzeyde yaşayanlar güneyde yaşayanları tembel oldukları gerekçesiyle pek sevmiyorlar. Bunun altında yatan en önemli neden, kuzeylilerin çok çalışıp ürettikleri halde, güneylilerin daha ekabir bir tavır içinde yaşantılarını sürdürmeleri ve genel refahtan önemli bir pay almaları. İtalya’da, özellikle güneye doğru inildiğinde, iş yerlerinin saat 12:00 ile 16:00 arasında kapalı olduğu ve İtalyanların çalışmak yerine “siesta” yapmayı tercih ettikleri gözlemlenebilir. Kuzeyde yaşayan İtalyanların daha soğuk ve kaba olmasına karşın, güneyde yaşayan İtalyanlar daha sıcak ve sevecen davranmakta, alışverişte size pazarlık etme şansı vermektedirler.

İtalyanların, diğer birçok Avrupa ülkesinde yaşayan kişide olduğu gibi kahvaltı alışkanlıkları yok. Sabah kahvaltısı olarak verilen marmelat tarzı küçük reçeller ile iki çeşit kaşar, içi boş sert ekmekler ve kruvasan dışında kahvaltı sofrasından fazla birşey beklerseniz hayal kırıklığına uğramanız kaçınılmaz. Ayrıca, dışarıda öğle ve akşam yemeklerini yiyeceğiniz restaurantların da pahalı olduğunu hatırlatmakta fayda var. En ucuz şey ise, İtalya’nın her tarafında bulabileceğiniz farklı tad ve kokudaki şarapları. İtalya’da 1000’e yakın çeşit makarna yapılıyor ve satılıyor. Özellikle marketlerde satılan ve rengarenk bir görüntü sergileyen makarna çeşitleri dikkat çekiyor. İtalya denince yenebilecek yemekler arasında, spagetti dışında pizzadan bahsetmeden geçmek olmaz tabii ki. İtalyan pizzalarının hemen hemen hepsi ince hamurlu, çıtır çıtır ve çok büyük. Servis tabakları büyük olduğundan, bir pizza ile iki kişi rahatça doyabiliyor. Pizzanın malzemesi konusundaki tercih ise size kalmış.

İtalya’da konaklama konusunda tercih etmenizi önerebileceğim yerler dört yıldızlı oteller. Biz üç yıldızlı otellerde konakladık, ama hiç memnun kalmadık. Bu otellere Türkiye’de hiçbir zaman üç yıldız vermezsiniz. Dört yıldızlı oteller ise, kahvaltı haricinde, biz Türklere ancak hitap eder diye düşünüyorum. Bizler gibi “biz sadece oteli yatma amaçlı kullanacağız, bizim için çok da önemli değil” diyenler için yukarıdaki açıklamayı yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü çoğu zaman katlanmak zorunda kaldığınız bu durum sizi memnun etmeyebiliyor, tıpkı bizi etmediği gibi.

İtalya’ya ilişkin son notumuz güvenlik konusunda. İtalya’da Jandarma teşkilatının (Carabinieri) statüsü polisten çok daha üstün. Olaylara ilk müdahale eden kurum jandarma. 1956 yılında oluşturulan jandarma teşkilatı, bugüne kadar bu yetkinliğini devam ettirmiş. Polisin toplum içindeki önemi ise nisbi olarak daha düşük seviyede. Rehberimizin bize verdiği bilgiye göre genelde güneyli gençler iyi bir maaş ve güneydeki iş olanaksızlıkları nedeniyle jandarma olmayı tercih ediyorlarmış ve bizde Karadenizliler için anlatıldığı gibi İtalya’da da jandarmalar için benzer fıkralar anlatılıyormuş.

İlk Durağımız Verona-Sirmione

İtalya’ya Atlas Jet Havayolları ile yaptığımız 2.5 saatlik bir yolculuğun ardından ilk durağımız Verona Havalimanı oldu. Verona, sanayileşmeye yönelmiş bir şehir olmakla birlikte, tarihi dokusunu aynen korumuş. Etrafı, İtalya’nın en büyük nehri olan Po’nun suladığı ovanın verimli toprakları ile çevrili. Verona’ya indikten sonra ilk uğrak yerimiz Sirmione. Sirmione ve onun içinde yer alan Garda gölü gerçekten görülmeye değer. Bu bölgeye yakın bir deniz olmadığı için Garda gölü burada yaşayanlar için bir deniz gibi değerlendiriliyor ve su sporları yapılıyor. Garda gölü volkanik bir göl. Gölün altında sıcak su kaynakları var. Bu açıdan Sirmione, İtalya’nın en önemli termal merkezlerinden de birisi.

Sirmione ağırlıklı olarak zenginlerin yaşadığı bir bölge, Karavan turizmi yaygın. Yılın belli dönemlerinde çok sayıda karavan kamp için bu bölgeye geliyor. Sirmione’nin bir başka özelliği de burada çok güzel seramik ürünlerin sergilendiği dükkanların bulunması. Biraz pahalı olan bu ürünlerin bazılarını başka şehirlerde görme ve bulma şansınız olmayabilir. Onun için şayet çok hoşunuza giden bir parça olursa buradan almayı tercih edebilirsiniz.

Bu bölgede ve Kuzey İtalya’nın birçok bölgesinde üzüm bağları ile şarapçılık meşhur. Yol boyunca, inanılmaz düzen ve intizamda oluşturulmuş üzüm bağları ile karşılaşmanız mümkün. Sanki bir sanat eseri gibi şekillendirilmiş bu bağların görünüşüne imrenmemek elde değil. Ayrıca, yol boyunca yer alan şeftali ağaçlarının yoğunluğu da dikkatimizi çekiyor.

İlk gün yol üzerindeki ikinci durağımız Verona şehrinin kendisi oldu. Verona’nın nüfusu 120.000. Tipik bir Ortaçağ şehri görüntüsü veren Verona’nın ortasında eskiden gladyatör dövüşlerinin ve gösterilerin yapıldığı, bugün ise konserlere ev sahipliği yapan bir kolezyum (collesseo) yer alıyor. Bu şehrin turistler açısından en dikkat çekici yeri ise, Romeo & Julliet’in evi ve meşhur balkonu. Bu evin avlusu içinde yer alan duvarlarda, kavuşmak isteyen sevgililerin birbirlerinin isimlerini yazdıkları binlerce not ve duvar yazısı ile karşılaşmanız mümkün. Öğrendiğimize göre Romeo ve Julliet’in mezarları da burada yer alıyormuş. Bu gezimiz sırasında, Romeo ve Julliet arasında yaşanan olayın o devirde başka bir yerel yazar tarafından kaleme alındığını, ve ancak yazıldıktan 50 yıl sonra Shakespeare’in bu olayı ilgili kişinin yazdığı metni tercüme etmek sureti ile literatüre kazandırdığı gerçeğini de öğrendik. Dolayısıyla, aslında Romeo ve Julliet arasında yaşanan aşk hikayesi Verona’lı iki genç arasında yaşanmış gerçek bir hikaye, ancak kahramanlar daha sonra Shakespeare tarafından Romeo ve Julliet olarak isimlendirilmiş.

Verona’ya ilişkin son notumuz, ilk olarak bu şehirde karşımıza çıkan, daha sonra da İtalya’nın farklı yerlerinde gördüğümüz “kurdun emzirdiği iki erkek bebek” figürü. Öğrendiğimize göre İtalyanlar da Türkler gibi (bizdeki dişi kurt asena inanışı) köklerinin kurdun emzirdiği Romus & Romulus kardeşlerden geldiğine inanıyorlarmış. Bu bilgi bize gerçekten ilginç geldi.

Venedik – Gondollar ve Maskeler Şehri

Dünyanın en ilginç ve nadide yerlerinden Venedik şehrine ulaştığımızda ilk durağımız konaklama yapacağımız Jesolo Bölgesi oldu. Jesolo’nun en önemli geçim kaynağı turizm ve seracılık. Venedik’in dışında yer alan bu yerleşim birimi bir otel bölgesi ve bölgede karavan turizmi önemli bir yer tutuyor. Avrupa’nın en büyük karavan kampı da (12.000 karavan kapasiteli) burada yer alıyor.

Bu bölge ağırlıklı olarak kum tepeciklerinden (lagünlerden) oluşuyor. Venedik çevresinde çok sayıda denize çakılı kazık görmeniz mümkün. Bu bölge Adriyatik Denizi’nin kuzeydeki ucunu oluşturuyor. Denizdeki tuz bu bölgede suyun dibine çöktüğü için, deniz suyu ile tarlalar sulanabiliyor. Topraklar verimli ve yılda dört kez ürün alınabiliyor. En çok yetiştirilen ürün mısır olmasına rağmen, İtalyanlar pek mısır tüketmiyorlar. Bu ürünü yurtdışına satıyorlar.

Oteller genellikle Adriyatik Denizi sahilinde yer alıyor. Her ne kadar kaldığımız otel odası denize bakmıyor ise de, otelin hemen arkasında yer alan ve yüzlerce şezlongun bulunduğu yer bize bu güzel denizi ve maviliği yakından görme şansı veriyor. Burası daha çok sayfiye bölgesi olduğu için, yazın çok hareketli olduğunu ve insanların denize girmek için buraları tercih ettiğini öğreniyoruz. Venedik’in içindeki oteller yerine buradaki otellerde konaklamamızın nedeni, Venedik içindeki otellerin çok pahalı, bu bölgedeki otellerin ise nisbeten daha ucuz olması. Buradan Venedik’e ulaşım, limana kadar karayolu ile gidildikten sonra, deniz yoluyla (vaporetto’larla) Venedik’e geçilmesi şeklinde oluyor. Kıyı bölgesinden Venedik’e ulaşım vaporetto ile yaklaşık 25-30 dakika sürüyor.

Kanallar şehri Venedik, 3 büyük adaya bağlı 72 küçük adadan oluşuyor. Nüfusu 190.000 ve bunun % 70’ini yaşlılar oluşturuyor. Genç nüfusun büyük kısmı ise, Yeni Venedik olarak isimlendirilen Mestre’ye gitmiş durumda. Mestre Venedik’in modern bölgesi ve buradaki nüfus Eski Venedik’ten çok daha fazla. Eski Venedik’te, bundan 6-7 yıl öncesine kadar bir kanalizasyon sorunu olmasına rağmen, bu sorun bugün hemen hemen tamamen çözümlenmiş durumda. Ancak, çöpleri taşımak için bile burada yaşayanların çöp taksilerine para vermeleri gerekiyor. Diğer bir ifade ile Eski Venedik, burada yaşayanlar için oldukça pahalı bir yerleşim alanı.

Venedik birbirinin içine geçmiş yüzlerce kanaldan oluşuyor. Bu bölgede 972 doğal kanal ve 560 taş köprü mevcut. Kanallar arasında gondolla dolaşılabiliyor. Venedik’in sembolü gondol. Gondol yapan ailelerin sayısı ise gittikçe azalmakta ve son dönemlerde gondol yapımı neredeyse durmuş durumda. Gondollar, gondolcuların kürek çekiş pozisyonunu kolaylaştırmak için asimetrik olarak (sol taraf, sağ taraftan daha geniş olacak şekilde) tasarlanmış. Bu eğri yapı aynı zamanda sandalın tek kürek ile düzgün bir hatta hareket ettirilmesini de sağlıyor.

El yapımı olan gondollar, köknar, çam, kiraz, karaağaç, maun, ıhlamur, meşe ve ceviz olmak üzere 280 parça ahşabın bir araya getirilmesi suretiyle ortaya çıkmakta. Gondolların her biri ortalama 5-6 kişi alıyor. Gondol kullananlar aynı tip elbise giyiyorlar. Gondolların biçimi bizim takalardan biraz daha farklı olduğu için, bir kez gondola yerleştikten sonra hareket etmeniz sizin için tehlike arzedebiliyor. Bu konuda sizi şimdiden uyaralım. Bununla birlikte, gondol kullanan kişiler bu işi oldukça ustalıkla yapıyor. Aynı anda dar kanallarda birden fazla gondol, birbirine çarpmaksızın ahenkle raks ediyor.

Gondolla “büyük tur” yaptığınız zaman kanalların arasındaki dar ve uzun labirentleri görme, bu labirentler içinde yer alan evleri yakından gözlemleme fırsatını buluyorsunuz. Bu evlerden bazılarının girişi, suyun yükselmesi durumunda tamamen suyun içinde kalabilecek bir konumda. Edindiğimiz bilgiye göre, bu tehlikeden dolayı insanlar evlerinin mutfaklarını zaman içinde 1. Kattan 2. Kata taşımışlar.

Venedik’i gondolla gezmenin en önemli avantajı, Venedik’in hüzünlü yüzünü görebilmek, köhne ara sokaklarını yakından tanıyabilmek. Gondolla gezmeyi tercih etmemizin bir amacı da, gondolcuların yapacağı seranatı dinlemekti. Ancak, bu konuda hayal kırıklığına uğradık, gondolcuların seranat yapmadığını gördük. Yine de giriş kısımları sular altında kalmış evleri görmek, kanallarda yapılan ev onarım çalışmalarını izlemek ve sularla kaplı sokak aralarında gezinmek bize büyük keyif verdi. Bununla birlikte, gondolla gezmeye niyetli olanlar için bir hatırlatmamız olacak: gondolla dolaşmak eğer iki kişi iseniz biraz pahalı bir tercih (150 Euro). Ancak, 5-6 kişi aynı gondolu kullandığınızda ödeyeceğiniz ücret kişi başı sadece 25 Euro.

Kanallar içindeki evler dışında, bu bölgede turistleri ağırlamak için faaliyet gösteren birçok lüks otel de mevcut. Bu otellerin bir kısmının hem karadan hem de denizden girişi var. Zaten deniz ulaşımını sağlamak amacıyla kullanılan ulaşım araçları arasında gondol ve vaporettolar dışında deniz taksileri de önemli yer tutuyor. Otellerden başka yerlere gitmek isteyen kişiler, ağırlıklı olarak bu deniz taksilerini kullanıyorlar.

Venedik’in en ünlü ve gözde mekanı San Marco Meydanı. Bu meydan “U” şeklindeki bir kompleksin ortası olarak düşünülebilir. “U” şeklinin açık olan kısmı San Marco Bazilikasına bakıyor. Meydanda bazılarında canlı müzik yapılan caféler var. Söz konusu meydan için tüm dünyayı gezmiş ve birçok yer görmüş olan Napolyon’un “işte evlenilecek ve düğün töreni yapılacak yer” dediği rivayet ediliyor. Bu meydanın simgesi ise, “kanatlı aslan” (kanatlı aslan Vendeik’in simgesi) ile Aziz Saint Theodoros heykellerini taşıyan iki sütun.

Meydanı çevreleyen birçok yapı içinde en dikkat çekici olanı Dükler Sarayı. Dükler Sarayı’nın duvarları Floransa kökenli ressamların çok çarpıcı eserleri ile süslü. Bu eserler arasında Osmanlılar ile yapılan deniz savaşlarına ilişkin olanlar gerçekten çok canlı ve büyüleyici. Bu sarayın en önemli özelliklerinden birisi de, o dönemde çıkarılan kanunların her birinin, çıkarıldığı gün ceylan derisine yazılı olarak halka duyurulması ve saraya asılıp ilan edilmesi. Kanunların saraya asılmasından sonra bu kanunlara uymayanlar ise hangi zümreden olursa olsun cezalandırılıyormuş. Bu sarayı gezmeyi düşünenler için son bir not da, sarayı gezerken içeriye çanta ve fotoğraf makinası ile giremeyeceğiniz hususu. Saraya girişte çantalarınızı emanete teslim ettikten sonra 1-1.5 saat sürecek saray turunuza başlayabilirsiniz.

Suçluların cezalandırılmaya götürülürken üzerinden geçtikleri köprü olan “Ahlar Köprüsü” veya diğer bir başka adı ile “Son Nefes Köprüsü” de görülmesi gereken önemli yerlerden birisi. Köprü aslında, Dükler Sarayı ile o dönemde hapishane olarak kullanılan binaları kanal üzerinden birbirine bağlıyor Bu köprünün her tarafı kapalı ve o dönemde cezalandırılmaya götürülenlerin bu köprüden geçerken sadece ahları duyulur, yakınları ise uzaktaki bir başka köprüden bu ah-ı figanları dinlerlermiş.

San Marco Meydanı’nda yer alan bir başka önemli yapı da, San Marco Bazilikası veya Kilisesi. Bu gezi sırasında Bazilikanın ne demek olduğunu da öğrendik. Bazilika çok tanrılı dönemde, Hıristiyanların ibadetlerini gizlice yapmak amacı ile kullandıkları ibadet yerlerine verilen isim. San Marco Kilisesi 856 yıllık bir uğraşın sonucunda yapılmış, iç ve dış görünüşü muhteşem bir sanat eseri. Dış görüntüsünü süsleyen dört at heykeli 12. Yüzyılda Constantinapolis’ten buraya getirilmiş olup, at heykellerinin aslı kilisenin içinde yer almakta. Ancak, kilisenin içini gezmiş bir kişi olarak bu dört
atın orijinalini görmek için verilen paranın, görülen atlara değmediğini söyleyebilirim. O nedenle, ücretsiz olarak girilebilen kilisenin sadece içini gezmek yeterli olur diye düşünüyorum. Kilisenin dış cephesinde yer alan resimler de dikkat çekici. Kiliseyi karşınıza aldığınızda sağda kalan resim, Osmanlı Devleti ile Venedik Devleti arasındaki ilişkinin boyutunu anlatması açısından dikkat çekici. Bu kiliseye de çantanızla girebilmeniz mümkün değil. Ancak, bu kilisenin Dükler Sarayı’ndan farkı, burada çantanızı emanete bırakabileceğiniz bir yer olmaması. Yani, eşyanızı dışarıda bir arkadaşınıza emanet etmek zorundasınız.

Kilisenin içinde dikkat çeken bir başka nokta da, zeminin bazı yerlerinin çökmüş olması. Öğrendiğimize göre Venedik’te yağmur yağdığında sular yükselmekte ve başta San Marco Meydanı olmak üzere, bu meydanda yer alan birçok yapı sular altında kalmaktaymış. Kilise de bu su baskınlarından nasibini aldığı için her yağmur yağdığında içeri dolan sular kilisenin zemininde değişik kıvrımlar oluşturmuş. Ayrıca kilise, üzerindeki dev heykeller ve devasa yapısı nedeniyle oluşan tonlarca ağırlık sonucu yağmur suları içeri girdikçe her geçen gün biraz daha dibe batıyormuş. Bu nedenle de, meydandan kiliseye doğru baktığınızda giriş kotunun yaklaşık 50 cm. kadar aşağıda kaldığını görüyorsunuz. Bu durum aslında Venedik’teki tüm binalar için geçerli

San Marko Meydanı’nda mutlaka gezilmesi gereken yerlerden birisi de meşhur saat kulesi. Bu kulenin özelliği 98 metre yüksekliğinde olması ve asansörle en üst kata çıkıldığında tüm Venedik şehrinin dört bir yanının ayaklarınız altında kalması. Buradan şehrin tümüne hakim olabilir ve panoramik fotoğraflar çekebilirsiniz.

Venedik içinde keyif alarak dolaşabileceğiniz yerlerden birisi de Rialto Köprüsü. Bu köprü hem taşımacılıkta kullanılan vaporettoların hem de gondolların en yoğun ve hareketli olduğu bir konumda yer alıyor. Köprünün üzerinden gondolların ahenkli süzülüşünü izleyebilir, Büyük Kanal (Grand Canal) üzerindeki renkli gondol trafiğini seyredebilirsiniz. Bu köprü sizi aynı zamanda alışverişin en yoğun yapıldığı bir yere de çıkarmakta. Köprünün arka tarafının sağ cephesi sizi daha pahalı alışveriş yerlerine götürürken, sol tarafta yer alan merdivenleri takip etmeniz durumunda daha ucuz ve halkın alışveriş yaptığı dükkanlara ulaşabilirsiniz.

Venedik’in şehirle özdeşleşmiş bir başka özelliği de dar sokakları. Bu sokakların bazıları ancak bir kişinin geçebileceği genişlikte. Sokakların bazısında ise şemsiyenizi açıp kapayabilmeniz bile zor. Bu dar sokaklar loş koridorları ile Venedik’in hüzünlü yüzünü simgeliyor. Şehir içindeki yapıların tamamı orijinal, pencere pervazları da dahil olmak üzere tümü korunmaya çalışılmış. Birçok sokakta binalar, pencereden pencereye el uzatılabilecek bir mesafede bulunuyor. Özellikle kanallar içinde ve dar sokaklar arasında kalan binalar yüksek oranda nem içeriyor. Eski Venedik’te yaşayan insanların en muzdarip olduğu hastalık romatizma. Nem ve yazın da basık hava, Eski Venedik’te yaşayanları olumsuz olarak etkiliyor.

Öğle veya akşam yemeği için Rialto Köprüsü yakınında yer alan ve Büyük Kanal’a kıyısı olan restaurantlar nostaljik açıdan tercih edilebilir. Ancak, bu restaurantlardaki fiyatların yüksekliği de böyle bir tercih yapılırken unutulmaması gereken hususların başında geliyor. Ayrıca, İtalyan garsonlar yemek servisini son derece yavaş yapıyorlar. Bu nedenle, masanıza servis yapan garsonları hız konusunda sık sık ikaz etmeniz gerekebilir.

Venedik’i gezerken karşı karşıya kalabileceğiniz en önemli tehlike ise yağmur yağması ve suyun yükselerek, tüm San Marco Meydanı’nı kaplaması. Böyle bir durumda, hem yukarıda size önerdiğimiz ziyaretleri gerçekleştirmekte zorlanabilir, hem de kendinize korunaklı bir yer bulmak konusunda çaba sarfetmek zorunda kalabilirsiniz.

Venedik’te Alışveriş

Venedik’te yaptığımız alışveriş esnasında ilk ilgimizi çeken şey, rengarenk envai çeşit ve şekilde yapılmış maskeler oldu. Maskelerin bir kısmı kağıttan bir kısmı ise porselenden yapılmış durumda. Gerçek ve makbul olan maskeler kağıttan yapılmış olanlar olmakla birlikte, porselen maskeler daha çok duvar süslemesi için kullanılıyor. Her yıl Aralık ayında Venedik’te “maske festivali” düzenleniyor.

Venedik’te satın alabileceğiniz şeylerden birisi de, ünlü Murano işi cam ürünleri. Bunların hepsi de çok güzel, rengarenk ve çok farklı biçimde yapılmış. Ancak, cam ürünlerin fiyatları çok yüksek. Bu nedenle de, Murano camından yapılmış bu ürünlere çoğu zaman uzaktan bakmakla yetinmek zorunda kalıyorsunuz. İstediğiniz takdirde vaporettolarla yapacağınız kısa bir yolculuk ile cam ürünlerin yapıldığı Murano adasına geçebilir, oradaki fabrikaları gezebilirsiniz.

Cam ürünler dışında Venedik’in Burano adasında yapılan ve satılan el işi ürünler de oldukça popüler ve turistlerin dikkatini çekecek cinsten. Bunlar Türkiye’de de fazlası ile bulunduğundan, bu ürünlerin satıldığı dükkanların önünde çok oyalanmadık. Ancak, birçoğunun özenle yapıldığını ve ince iş olduğunu gözlemledik.

Tabii İtalya denince, özellikle bayanlar açısından akla ilk gelen alışveriş kalemleri ayakkabı ve çantalar. En ünlü markaların satıldığı mağazalarda fiyatlar oldukça yüksek. Düşük fiyatlı ürün bulabilmeniz ise neredeyse imkansıza yakın. Ucuz mal temin etmek için tek şansınız, zencilerin sokaklara açtıkları, çanta, kemer ve gözlük gibi ürünleri daha ucuza sattıkları tezgahlar.

Siena ve Palio Oyunları

Roma yolu üzerinde, Floransa’nın yakınında yer alan Siena, gizemli bir vadinin içinde kurulmuş İtalya’nın en eski başkenti. Floransa’da Meddichi ailesinin ortaya çıkmasına ve Floransa’nın önemini arttırmasına kadar İtalya’nın en büyük krallığı olarak hüküm sürmüş. Siena’nın ortaçağdan kalma tipik bir şehir özelliği göstermesinin başlıca nedeni, 1658 yılında Floransa’ya yenilmesinden sonra buraya herhangi bir yatırımın yapılmamış ve el değmemiş olması. Siena, UNESCO tarafından korunmaya alınan ilk İtalyan şehri. Gerçekten de şehrin tarihi yapısı tamamen korunmuş durumda. Buraya her yıl UNESCO tarafından 12-13 Milyon Euro kaynak aktarılıyormuş.

Siena’nın en önemli geçim kaynağı bağcılık, zeytincilik ve turizm. Çevresinde ufak ve şirin yerleşim yerleri var. Şehrin büyük bir kısmı araç trafiğine kapalı. Siena’nın en önemli meydanı Combo Meydanı. Combo Meydanı çok büyük ve geniş bir meydan (100.000 kişi kapasiteli). Çok geniş ve yarım ay çöreğini andıran bu meydanda, 1170 senesinden bu yana her yıl Haziran ayında Palio yarışları yapılıyor. Palio, polo ve cirit oyunlarının bir karışımı, 17 yarışçı arasında, atlar üzerinde, orijinal kıyafetlerle oynanıyor. Her takımı bir atlı temsil ediyor. Yarışlar sırasında meydanın orta kısmını seyirciler dolduruyor, çevresindeki parkurda ise her takımı temsilen birer atlı ile 17 takım yarışıyor. Aslında her bir yarışçı bir mahalleden çıkıyor. Siena aslında 17 mahalleden oluşuyor. Her mahallenin de bir simgesi var. Örneğin, biz ziyaretimiz sırasında “kaz“ mahallesinden geçtik. Mahallenin sokaklarında dolaşırken binaların cephelerine monte edilmiş “kaz” figürleri görüyorsunuz. Takımlar kıyasıya ve acımasızca yarıştıktan sonra, kaybeden 16 takım kazanan takım şerefine akşam üstü tüm Siena halkının da katılacağı bir yemek ve şölen düzenliyor. Yarışların yapıldığı tarihlerde evleri Combo Meydanı’na bakan Siena’lılar balkonlarını yarışları izlemek için gelenlere kiraya veriyorlar.

Siena’nın Combo Meydanı’na inen bölümlerden birinin köşesinde ise, Avrupa’nın ilk borsası olarak kabul edilen bir bina yer alıyor. Siena’nın bu borsa sayesinde çok zengin bir bölge haline geldiği, birçok ürünün alım satımının bu borsa sayesinde yapılabildiği de edindiğimiz bilgiler arasında. Bu bina halihazırda banka olarak kullanılmakta. Ayrıca, Siena’da yıllardan beri faaliyet gösteren ve birçok moda tasarımcısının yetiştiği ve halen de yetişmekte olduğu moda ve mimarlık okulları bulunuyor.

Siena birbirine dar sokaklarla bağlanıyor. Sokakların tümü oldukça dik ve birçoğu sınırlı ölçüde güneş ışığı alıyor. Evlerin kapı stilleri geçmişi çağrıştıracak bir yapıda, eski dönemde kullanılan atların bağlandığı demir halkalar ile kandil askıları hala orijinal halleri ile duruyor. Ayrıca, Siena’nın içinde yer alan katedral ve bu katedrali oluşturan beyaz, yeşil ve pembe renkli mermerler dikkat çekici. Katedral 400 yılda yapılmış ve mimarı Pisa kulesini yapan kişi. Gotik tarzda yapılmış olan ve dev bir yapı görünümünü veren katedralin çok az bir kısmının ibadet amacıyla kullanıldığını öğreniyoruz.

Siena’yı çeviren surlar 12 metre kalınlığında ve İtalya’daki tüm kale duvarlarından daha kalın ve yüksek. Siena “kırmızı şehir” olarak anılıyor. Çünkü tüm binalar kırmızı renkte boyanmış. Meydanın karşısında büyük bir saat kulesi yer alıyor. Bu saat kulesi 95 metre yüksekliğinde ve 400 adet merdiven tırmanmak sureti ile yukarıya çıkılabiliyor. Biz kuleye çıkmadık ama, yukarıya çıkan dostlarımız en tepeden tüm Siena’nın görülebildiğini söyledi.

Roma – Vatikan: Hıristiyan Dünyasının Kalbi

İtalya’nın başkenti olan Roma, İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. Şehrin içinden geçen Tiber nehri, adeta bir yılan gibi kıvrılarak tüm şehri yalıyor. Tiber nehri üzerinde 31 tane köprü ve bir adet ada var. Nehrin üzerindeki tek ada olan Tiberini adasında halihazırda bir çocuk hastahanesi bulunuyor. Şehir içinde hemen hemen her zaman çok yoğun bir trafik var. Bu yoğun trafiğe kısmi önlem olarak alınmış bir tedbir olarak Romalılar, her yıl arabalarını Roma’nın içine sokabilmek için 1.500 Euro para ödemek zorundalar. Roma’da 400.000 motosiklet var ve sık sık motosiklet kazaları yaşanıyor. Ayrıca, tüm İtalya’da turist otobüslerinin gezecekleri şehire girmeden önce izin alması ve ayak bastı parası ödemeleri gerekiyor.

Roma içinde yer alan Vatikan, toplam nüfusu 3.700 kişiden oluşan bir Cumhuriyet ve Hıristiyanların kutsal saydıkları, papanın yaşadığı yer. En önemli gelir kaynağı, çeşitli ülkelerden buraya yapılan bağışlar ile çevresinde yer alan dükkanların ödedikleri yüksek miktarda kiralar. Vatikan Cumhuriyeti içinde yaşayanlar İtalyan pasaportu taşıyorlar.

Vatikan’daki en önemli yapılardan biri, İsa’nın 12 havarisinden biri olan San Pietro’nun adını taşıyan kilise. Bu kilisenin hem iç hem de dış görünüşü gerçekten gözalıcı, muhteşem ve görülmeye değer. Kilisenin kubbesi Michealangelo tarafından, kilise içinde yer alan diğer resimler ise ağırlıklı olarak Bernini tarafından yapılmış. Daha önce vefat eden birçok papanın ve önemli kardinallerin heykelleri iç yapıyı süslüyor. Ayrıca, bazı papaların mumyalanmış bedenleri de kilisenin içinde sergileniyor. Kilisenin içinde dikkat çeken bir başka yer de, esas duanın yapıldığı bölümün arka kısmında bulunan berjer koltuk ve güneş ışığının içeri sızdığı görüntüsünü veren aydınlık kısım. Aydınlık kısımda yer alan ve güneş ışığı izlenimini veren mermerin o dönemde ceylan derisinin sütü ile inceltildiğini duyunca çok şaşırıyoruz. San Pietro Kilisesi’nin altında yedi kat var. Bu katlarda daha önce vefat eden papaların ve önemli din büyüklerinin mezarları bulunuyor. Kilise ve çevresindeki binaların koruması ise İsviçre’li askerler tarafından yapılıyor.

Kilisenin yer aldığı San Pietro Meydanı’nı yarım ay çöreği şeklinde aynı tipte onlarca beyaz sütun çevreliyor. Bu sütunların birçoğu zamanında deniz yolu ile Constantinapolis’ten buraya getirilmiş. Meydanın ortasında dikili bir taş yer alıyor. Papa veya kardinaller genellikle bu meydanda vaaz veriyorlar, ancak bu vaazların belli bir zamanı yok, değişik zamanlarda verilebiliyor. Meydan, kollarını açmış, herkesi kucaklayacak bir görüntü verecek şekilde inşaa edilmiş. Meydanın hemen sağ tarafında yer alan Vatikan Postahanesi’nden kendinize kart atabilirsiniz. Belirttiğim bu yerlere ek olarak, kilisenin hemen yakınında yer alan ve çok önemli eserleri içinde bulunduran Sistine Chapel’i gezmeyi de unutmayın. Papalık seçimini yapan kardinaller konseyi seçim sırasında bu Chapel’de toplanıyor. Seçim sırasında kardinallerin verdiği oy kağıtları bir sobada yakılmak suretiyle Chapel’in bacasından çıkan beyaz renkli duman ile halka yeni papanın seçilmiş olduğu duyuruluyor. Bizim gerçekleştiremediğimiz bu ziyareti yapabilmeniz açısından bu mekanın kapanış saatinin 15:20 olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.

Aslında Roma’yı tanımanın en iyi yolu şehri yürüyerek gezmek. Çünkü her yerde tarihi bir eserle karşılaşmanız mümkün. Aslında, bu şehri hakkıyla gezmek için en az 3-4 gün gerekli, ama bizim gibi zamanınız sınırlı ise aşağıdaki yerleri önem sıranızın başına almanızı tavsiye ederiz.

Roma içinde gezilecek yerlerin başında Zafer Takı ve M.S. 400 yılına kadar dövüş ve gösterilere ev sahipliği yapmış olan kolezyum yer alıyor. Zafer Takı, Kral Konstantin için zafer dönüşü halk tarafından krallarının başarısına ithafen yaptırılmış bir anıt. Rehberimizin bize verdiği bilgiye göre Fransa’da Paris’te Champ Eleyyse’de bulunan Zafer Takı da Napolyon’un bu takı görmesi üzerine talep edip yaptırdığı, bu anıtın bir benzeri. Bu takın hemen arka kısmında yer alan kolezyumun 55 kapısı var ve 55.000 kişiyi alabilecek kapasitede. Kolezyum, şehrin diğer yapılarına göre daha yüksek bir yere yapılmış. Dış duvarları, 2. Dünya Savaşı’nda Alman savaş uçakları tarafından atılan bombalar ve açılan ateşler sonucu, tıpkı Saraybosna’daki binaların duvarları gibi delik deşik olmuş. Hatta rehberimiz savaş sırasında Alman askerlerinin burada atış talimi yaptığını söyledi. Günümüzde ise yapı büyük ölçüde kullanılamıyor ve tamir ediliyor. Bu yerin yakınında yer alan ve eskiden atlı araba yarışlarının yapıldığı Chicissimo bölgesi de görülebilecek yerlerden birisi. Ancak burası günümüzde yeşil alan.

Roma’da görülebilecek bir başka yer de, Aşk Çeşmesi ve İspanyol merdivenleri. Dar bir alan içinde sıkışmış olan ve biz Türkler tarafından “Aşk Çeşmesi” olarak isimlendirilen bu çeşmeye sol omuzun üzerinden para atıldığı ve bu sırada tekrar Roma’ya gelmek üzere dilekte bulunulduğu takdirde, tekrar Roma’ya gelinileceğine inanılıyor. Dar alanlı yapısına rağmen, hem heykel motiflerinin güzelliği hem de turistlerin toplu olarak bir araya geldiği meydan olması nedeniyle bu çeşme gezenler açısından çok renkli bir görüntü oluşturuyor. Bu arada şu bilgiyi de vermek isteriz; aslında burası yalnızca Türkler tarafından “aşk çeşmesi” olarak biliniyor. Bu durum, çeşmenin görüldüğü bir Amerikan filminde çevirmenin “aşk çeşmesinin orada buluşalım” şeklindeki yanlış çevirisi sonucu meydana gelmiş. Aslında çeşme Merkez Bankası binasının duvarını süslemek üzere Bernini tarafından yapılmış.

İspanyol merdivenleri ise, zamanında İspanyol denizcilerin dinlendikleri, içki içip sızıp kaldıkları bir yermiş. Bu durumu tasvir etmek üzere, meydanda bir de ufak tekne heykeli inşa edilmiş. Bugün merdivenlerin olduğu yer aşağıdan yukarıya rengarenk açelya çiçekleri ile süslenmiş durumda, ayrıca merdivenlerin hemen önünde yer alan çeşme de meydanı güzelleştiren unsurlardan birisi. Birçok kişi bu merdivenlerde ya oturup kitap okuyor, ya içkisini yudumluyor, ya da sevgilisi ile keyfine bakıyor. İspanyol merdivenlerinin üst kısmında büyük bir kilise yer alıyor. Bu kiliseyi sağınıza alıp devam ettiğinizde ise, sizi 1.5-2 km sonra yemyeşil ve büyük bir park karşılıyor. Bu parkın ilerisinde ise büyük bir hayvanat bahçesi yer alıyor. Eğer bizim gibi hayvanat bahçesine şöyle bir göz atma isteği içinizde uyanırsa bu parkın çok ilerisine gittiğinizde geriye dönebilmek için oldukça yürümeniz gerekiyor. Çünkü Roma’da el kaldırdığınızda taksi durdurabilmeniz neredeyse imkansız. Taksiye ancak belli duraklardan binilebiliyor, bu da özellikle turistler açısından büyük sıkıntı yaratıyor. Söz ulaşımdan açılmış iken, metro sisteminin de çok yaygın olmadığını söylemekte fayda var. En işlek meydanlardaki metro istasyonları bile saat 10.00’da kapanıyor. Metro istasyonlarının çok bakımsız ve kirli olduğunu ifade etmekte de fayda var.

Roma’da görülmesi gereken yerlerden birisi de Venedik Meydanı. Bu meydanın en önemli özelliği, 20. Yüzyılın başında yaptırılan General II. Victoria Emmanuel Sarayı. II. Victoria Emmanuel, İtalya’daki birliği sağlamaya yönelik çabalar gösteren ve İtalya Krallığını kuran kişi. Bu yapı, saraydan çok bembeyaz görüntüsü ile bir nişan pastasını çağrıştırıyor. Bu binayı İtalya’nın anıtkabiri olarak nitelemek de mümkün. II. Victoria Emmanuel anıtının bir tarafında Akdeniz’i, diğer tarafında ise Adriyatik Denizi’ni temsil eden iki çeşme yer alıyor. Bu binanın hemen karşı cephesinde, Mussolini’nin 2. Dünya Savaşı sırasındaki çalışma ofisi olarak kullandığı Venedik Sarayı yer alıyor. Rehberimizin bize aktardığı bilgiye göre, burada çalıştığı dönemde Mussolini kolezyumu uzaktan daha rahat görebilmek için birçok tarihi binayı ve eseri ya kırdırtmış ya da tamamen ortadan kaldırtmış.

“Nişan pastası”nın hemen karşı çaprazında yer alan ve Maximilius’un Britanya’yı ele geçirişini anlatan kademe kademe nakışlı sütun da görülmeye değer mükemmel bir sanat eseri. Roma’yı gezmemiz esnasında, biz şehrin üç farklı bölgesinde benzer taş sütunlara rastladık. Her birinde de, sütunlara farklı bir olay nakşedilmişti.

Roma’nın en güzel yanlarından birisi de, birçok ara sokağın sizi şirin, canlı ve kalabalık meydanlara çıkarması. Bu meydanlardan birisi de Navano Meydanı. Bu meydanın yakınında yer alan bölgede Roma’nın en güzel dondurmaları satılıyor. Ayrıca, bu bölgenin çok yakınında yer alan Pantheon’da ise, eski bir gök gözetleme mekanı bulunuyor. Bu yapının özelliklerinden biri, kubbesinin gökyüzüne açık olması. Yağmur yağdığında ne oluyor diye sorarsanız, bu yapı içinde yer alan 22 oluktan oluşan direnaj sistemi ile yağmur sularının dışarı atıldığını size söyleyebiliriz.

Roma’da gezilebilecek tarihi yapılardan biri de, Saint Anthonio Kalesi. Bu kale, Tiber nehrinin hemen kıyısında yer alıyor ve terasına çıkıldığında gerek Roma gerekse Tiber nehri ayağınızın altında kalıyor. Kalenin içinde görülecek çok yer olmamakla birlikte, Roma ve Vatikan manzarasını görmek ve panoramik fotoğraflar çekmek için görülmeye değer bir eser olduğunu söyleyebiliriz.

Roma’ya ilişkin son notumuz dilenen kişilere ilişkin. İtalya’da bir kişinin tek başına dilenmesi suçmuş. Bu nedenle, dilencilerin çoğu yanlarında bir hayvanla birlikte dileniyorlar. Bunun da nedeni, hayvanı beslemek amacı ile sizden para istedikleri düşüncesi. Bu düşünce tarzı bize ilginç geldi, sizinle paylaşmak istedik.

Pompei-Sorrento-Napoli Üçlüsü

İtalya’da gezilebilecek enteresan yerlerden birisi de, yıllar önce Vezüv yanardağının patlaması sonucu küller altında kalan Pompei şehri kalıntıları. Bu kalıntılar, o dönemdeki şehir yaşantısını tüm çıplaklığı ile yansıtmasının ötesinde, o küllerden zehirlenen insanların taşlaşmış cesetlerini görmek açısından da dikkat çekici. Ancak, Pompei’ye sadece bu cesetleri görmek için geldiyseniz, bizim gibi hayal kırıklığına uğrama ihtimaliniz de var. Çünkü burada mevcut birkaç ceset dışında cesetlerin çoğunun Napoli Müzesi’nde tutulduğunu öğrendik. Bununla birlikte, bizim gezdiğimiz kalıntılar arasında gördüğümüz cesetler, küllerin şehre ulaştığı andaki pozisyon ve şekillerini korumaktaydılar. Yetkililer cesetleri ilk taşlaştıkları şekli ile saklayabilmek için üzerlerine kireç döküp muhafaza etmişler.

Aslında, Vezüv yanardağı patlaması sonucunda etkilenen en önemli yerleşim birimi Ercolona. Fakat, burada halihazırda kazı çalışmaları devam ettiğinden, bu bölge henüz turizme açılmamış durumda. Son bir not olarak, Vezüv yanardağının her an tekrar faaliyete geçme ihtimalinin olduğunu söylemekte fayda var.

İtalya’nın güneyinde uğranabilecek keyifli yerlerden birisi de Sorrento. Burası Pompei’ye karayolu ile yaklaşık 1 saat mesafede tipik bir sayfiye bölgesi. Özellikle Sorrento’nun kuşbakışı görüntüsü görülmeye ve resmedilmeye değer. Kıyı kesimi falezler ve yarlarla donanmış durumda, her bir yarın yer aldığı kısım kendi iç plajını oluşturmuş bir görüntü veriyor. Bölgede çok sayıda otel ve turistik tesis var. Sorrento’nun merkezinde dar, ama şirin sokaklar görmeniz mümkün. Burada çok uzun bir zaman geçirmememize rağmen, çok güzel izlenimlerle ayrıldığımızı söyleyebilirim.

Sorrento’dan çıkıp Pompei üzerinden Roma’ya dönerken uğrayabileceğiniz şehirlerden birisi de Napoli. Ancak, Pompei’ye 40 dakika mesafede yer alan Napoli’ye uğrayıp uğramamak konusunda tercih sizin. Çünkü Napoli sanayileşmenin hakim olduğu, kalabalık ve yoğun bir şehir görüntüsü veriyor. En dikkat çekici yapıları, şehir merkezi olan Municipality Piazza bölgesinde yer alan tarihi eserler, dar ara sokaklar ve bu ara sokaklar içinde balkonlarında çamaşır asılı evler. Merkezde dikkat çeken bir başka bina da Galleria Umberto. Oldukça büyük ve eski bir yapı olan ve günümüzde alışveriş merkezi olarak kullanılan bu büyük bina, bana Haydarpaşa tren garının girişini hatırlattı. Onun dışında, Napoli şehrinden geriye aklımda yoğun trafik, kalabalık insan topluluğu ve çılgınca motosiklet kullanan İtalyanlar kaldı.

İtalya’nın güney bölgesine ilişkin son bir hatırlatma da Sicilya’ya ilişkin. Sorrento ve Napoli’den hızlı deniz otobüsleri ile 1.5 saatte Sicilya’ya geçebilme imkanı varmış. Ancak rehberimiz, Sicilya’nın keyfini çıkarabilmek için 3 güne ihtiyacımız olduğu konusunda bizi uyardı. Bizden söylemesi, test etmesi sizden.

Eğer bizim yaptığımız gibi Roma’dan araba kiralamak sureti ile günübirlik “Pompei-Sorrento-Napoli” üçlüsünü gezmeye niyetlenirseniz, yol üzerinde kısa mesafelerle yer alan “Auto Grill”lerden ihtiyaçlarınızı karşılayabilirsiniz. Ancak bu şehirleri ziyaret ederseniz, ben size yemeğinizi Sorrento’nun güzel manzaralı panaromik bir yerinde yemenizi öneririm, tabii bu işi 12:00-16:00 saatleri dışında yapmanız şartıyla. Çünkü bu saatler arasında bölgedeki dükkanların ve restaurantların hemen hemen hepsi kapalı ve şehir terkedilmiş bir görüntü arz ediyor. Ayrıca, gezeceğiniz bu yerlerin mesafesi Roma’ya yaklaşık 230-240 km uzaklıkta olduğundan, yolculuğunuza sabah saat 8’de başlarsanız, günün keyfini daha fazla çıkarır, bizim çektiğimiz sıkıntıları yaşamazsınız.

Pisa Kulesi

İtalya’nın olmazsa olmaz simgelerinden birisi de Pisa kulesi. Bu kulenin yer aldığı Pisa, küçük, şirin ve çok güzel bir yerleşim merkezi. Kulenin yer aldığı yer tam bir karnaval alanı, panayır yeri. Pisa kulesinin uzunluğu 59 metre olmakla birlikte, kule dört metre çökmüş durumda. Bunun en önemli nedeni, çevredeki Arno nehrinin bir kolunun Pisa kulesinin altından geçiyor olması. Kulenin ağırlığı 11 ton ve mermerleri bu nehirden damarlarına su çektiğinden nemli ve esnemekle birlikte, kırılmadan kendini muhafaza ediyor. Kulenin yıkılma tehlikesini bertaraf etmek amacı ile Arno nehrinin kolunun yatağı değiştirildiği takdirde ise, mermerlerin zamanla kuruyacağı ve çatlaklar oluşacağı görüşü hakim.

Sekiz katlı Pisa kulesine 1200 adet merdiveni tırmanarak çıkabilirsiniz. Ancak, kulenin durumu halihazırda ciddi bir tehlike arz ettiği için kuleye giriş izni grup grup verilmekte. Kulenin görünümü dört bir taraftan da farklı. En eğik görünüşü kuzey taraftan, en dik görüntüsü ise Doğu tarafından bakınca gerçekleşiyor. Kuleyi aynı nesilden (Pizzanolar) gelen dede, oğul ve torunlar yapmış. Kule her 2 katı bir kişi tarafından olmak üzere dört kişi tarafından yapılmış. Aslında Pisa kulesi, yapıldığı tarihte ibadet amacıyla inşaa edilen kilisenin eksik kalan çan kulesi olarak tasarlanmış.

Pisa’nın bir başka özelliği de burada kilise, vaftizhane ve çan kulesinin (Pisa kulesi) ayrı ayrı olması. Normalde kilise yapılış düzeninde bu üç yapı bir arada bulunmaktadır. Buradaki vaftizhanenin bir başka özelliği de, İtalya içindeki en büyük vaftizhane olması. Ancak burada hangi yapıyı gezmek isterseniz isteyin, giriş için yüksek ücret ödemeniz gerekli. Pisa kulesine ise ancak sıra yoksa çıkabilirsiniz, aksi takdirde bayağı beklemeniz gerekiyor. Son bir not olarak, kulenin önümüzdeki 20 yıl içinde çok ciddi yıkılma tehlikesinin olduğu bilgisini de size aktarayım.

Rönesans’ın Doğduğu Kent: Floransa

Rönesansın doğduğu kent olan Floransa’ya Montecatini bölgesini geçerek geliyoruz. Montecatini, yeşil bir vadinin içinde kurulmuş, sakin, lüks bir termal yerleşim alanı. Hem sağlık amacıyla gelen orta yaşlılar, hem de Floransa’yı gezmek amacıyla gelen turistlerin çok büyük bir kısmı Montecatini’de bulunan otellerde konaklamayı tercih ediyor. Biz de Floransa’ya geçmeden önce burada konakladık. Montecatini’nin en önemli simgelerinden biri de pinokyo. Pinokyo’nun yazarı Carlo Collodi’nin de Montecatini’li olduğunu öğrendik.

Floransa, tarihte önemli bir dönüm noktası olan Rönesans’ın doğduğu, sanat tarihi ve bilimin gelişmesi açısından çok önemli kişileri çıkarmış bir şehir. Bu kişilerin başında; Leonardo da Vinci, Michelangelo, Galileo, Marconi, Maccheavelli, American Vespuci, Kristoff Columb geliyor. Tarihte Floransa’yı yöneten ailenin ismi Meddichiler. Floransa’nın içinde bu aileye ait çok büyük bir saray yer alıyor. Şehrin içinden geçen Arno nehri üzerinde ise 16 köprü var. Bu köprülerin en ünlüsü Monte Veggio. Floransa tarihte altın işletmeciliğinin ve kuyumculuğun merkezi olmuş. Monte Veggio köprüsü üzerinde tıpkı bizim Kapalıçarşı’da olduğu gibi kuyumcu dükkanları bulunuyor. Bu dükkanların kepenkleri de geçmişten kalmış ve görülmeye değer. Eskiden bu dükkanların yerinde kasap dükkanları varmış.

Monte Veggio köprüsünün sağına ve soluna gittiğiniz takdirde birçok meydanla karşılaşmanız mümkün. Bu meydanların hepsi de çok canlı, cıvıl cıvıl ve keyifli. Yemeğinizi bu meydanlardan birinde almanızı tavsiye ederiz. Monte Veggio köprüsünün karşısında, şehrin hamisi Meddichilerin eskiden ikamet ettiği saray yer alıyor. Dış kısmı taş bir yapı görüntüsü vermekle birlikte, içinde fıskiyelerin olduğunu ve yemyeşil büyük bir bahçesinin bulunduğunu öğreniyoruz.

Floransa’nın yetiştirdiği birçok kişi içinde özellikle Leonardo da Vinci ve Michelangelo’nun eserleri sanat tarihi açısından çok çarpıcı ve etkileyici. Leonardo da Vinci’nin kendine ait bir dili olduğu ve sağdan sola yazılıp okunan bir yazı biçimi geliştirmek suretiyle günlük tuttuğunu öğreniyoruz. Bu günlük, uzun süren uğraşlar sonucu çözülebilmiş. Da Vinci sanat hayatına çok küçük yaşta çiçekleri ve hayvanları çizerek başlamış. Daha sonra çevresindeki insanların kas yapılarını inceleyip çizmiş. Gençlik döneminde Paris’e giden Da Vinci burada çok ünlü kişilerden sanat eğitimi almış. Burada kendisine arka çıkan Louvre ailesinin himayesinde eserlerini vermeye başlamış. Bugün de eserlerinin büyük bir kısmı Paris’teki Louvre müzesinde sergilenmekte. Ayrıca Floransa’da, Da Vinci’nin resim dışında uğraştığı ve ortaya koyduğu çeşitli icatlarının sergilendiği bir de müze bulunmakta. Bu müzeyi gezmenizi öneririz.

Diğer önemli kişi olan Michelangelo, küçük yaşta yetim kalan, üvey babası kendisini istemediği için yetimhanede yetişmiş. Rehberimizin aktardığı bilgiye göre, en iyi arkadaşı bir erkek olmuş. Yaptığı kusursuz erkek heykelleri ile ünlenmiş. Annesine olan kızgınlığından dolayı kadınları hep kalın bacaklı ve şişman olarak resmetmiş. Michelangelo çoğu zaman mermeri bir gecede şekillendirip yapılması istenilen heykelleri çok çabuk bitirebilirmiş. Bu durum Floransa’daki diğer mermer ustalarının hoşuna gitmediği ve işlerini baltaladığı için, Michelangelo’nun erkek arkadaşı ile olan ilişkisini kullanarak onu Floransa’dan sürdürmüşler. Bundan sonra Michelangelo Roma’ya gitmiş. Roma’da papanın himayesine giren Michelangelo çok büyük ve önemli eserler yapmış, zengin bir hayat yaşamaya başlamış. Hayatının önemli bir kısmını Sistine Chapel’in içindeki eserleri yapmak ile geçirmiş. Daha sonra Floransa’ya geri dönmüş. Ancak erkek arkadaşının bir kadınla evlendiğini öğrenince, 2 metre boyundaki Hz. Davut heykelini yapmış. Bu heykelin aslında sadece elleri Hz. Davut’a benzemekte olup, heykel esas itibariyle erkek arkadaşının çırılçıplak bir benzeri olarak yapılmış. Bu heykelle Rönesans dönemi başlamış.

Floransa’nın en önemli yapısı ve gezilmesi gereken yeri, Louvre Müzesi’nden sonra Avrupa’nın en büyük ikinci sanat galerisi olan ve Meddichilerin himayesinde kurulan Uffizi Müzesi. Uffizi Müzesi’nin içinde, çoğu Rönesans döneminde yapılmış binlerce eser sergileniyor. Müzenin dış kısmını Floransa’nın yetiştirdiği ünlü kişilerin heykelleri koridor nizamında süslemekte. Müze çok geniş olduğundan burayı gezebilmek için çok erken saatte sıraya girmeniz gerekiyor. Ayrıca, müzeyi hakkıyla gezebilmek için en az bir tam güne ihtiyacınız var. Biz zaman darlığından dolayı içeriye giremedik.

Floransa’nın görülmesi gereken en önemli yapılardan biri de San Maria Del Fiore Kilisesi. Bu kilise 600 senede bitirilmiş. Pembe, beyaz ve yeşil mermerlerle işlenmiş, dış görünüşü yapılan heykellerle abartılı ve süslü, iç kısmı ise son derece sade bir yapıda. Kilisenin 35 metre yüksekliğinde bir kubbesi olup, 36 senede tamamlanmış. Kubbe mahşer gününü anlattığı için ismi Cennet-Cehennem kubbesi olarak isimlendirilmiş. Kilisenin hemen karşı kısmında bir vaftizhane yer alıyor. Buranın dört tane kapısı var. Bu kapılardan biri tamamen altın ve bu kapının cennetin kapısı olduğuna inanılıyor. Kapının üzerinden İncil’den 10 sahne resmedilmiş durumda. Bu kapının yapılması için Floransa ve Pisa’daki altın rezervlerinin tümü kullanılmış.

Şehrin önemli bir meydanı da Senyörler Meydanı. Bu meydanda Rönesans döneminden kalma birçok heykel yer alıyor. Bu heykeller arasında, Siena’yı alan 1. Combo’nun ata binmiş heykeli, deniz tanrısı Neptün’ü gösteren çeşme, Michelangelo’nun yaptığı Hz. Davut heykelinin replikası en göze çarpanları. Burayı gezerken Rönesans döneminde yapılan eserlerin bir özelliğinin de, eseri anlayabilmek için dört bir yandan bakmayı gerektirecek bir gizem içerdiğini öğreniyoruz. Gerçekten de gördüğümüz heykellerin çoğunu anlayabilmek için, o heykele dört bir yandan bakmak ihtiyacını hissediyoruz. Bu meydanın bir başka özelliği de, yaşadıkları zamanda senyorların piyasa yaptıkları, aileleri ile birlikte yürüyüp gezindikleri bir yer olması. O dönemde halkın bu meydana girmesi yasakmış. Meydanı gezerken Floransa’nın simgesinin de açan lale olduğunu öğreniyoruz.

Floransa’da yukarıda bahsettiklerimiz dışında da birçok müze ve sanat galerisi var. Biz bunlardan sadece Academia Galleria’yı gezdik. Burada Rönesans döneminden kalma birçok eserle birlikte, Michelangelo’nun Hz. Davut heykelinin aslı da yer alıyor. Ayrıca, yukarıda da belirttiğimiz gibi Leonardo Da Vinci Müzesi’ni de gezmenizi öneririz. Müzelerin arası çok uzak olmadığından hepsine yürüyüş mesafesinde ulaşmanız mümkün.

Floransa’da dikkatimizi çeken bir başka nokta da, İtalya’nın birçok şehrinde de gördüğümüz çok sayıdaki yer tezgahı ve Afrika kökenli işporta satıcıları. Ayrıca, şehrin içinde bizim pazarlarımıza benzer tarzda pazar yerleri bulunuyor. Şayet seramik ürünlerden hoşlanıyorsanız ve Sirmione’de almayı kaçırdıysanız veya Venedik’te almak isteyip de vazgeçtiğiniz Murano işi cam ürünler varsa, bunları Floransa’daki dükkanlarda da bulabilir ve satın alabilirsiniz. Çünkü Floransa Venedik’e yakın bir yer ve oradaki birçok şey burada da satılıyor, hem de daha ucuza.

Şehir turunuzu bizim gibi erken bitirmeniz durumunda, tüm Floransa’yı size 1 saat içinde gezdirebilecek Sightseeing turist otobüslerine binip dolaşmanızı da size öneririm. Biz bunu çok geç farkettik, onun için sizin bu fırsatı kaçırmanızı istemem. Böyle bir yolculuğun size maliyeti kişi başı 20 Euro. Senyorlar Meydanı’ndaki faytonlar ise çok pahalı (50 Euro) olduğu için binmenizi önermeyeceğim.

Son olarak, Floransa’ya veda etmeden önce, size gün batımını Michelangelo tepesinde karşılamanızı öneririm. Bu tepeden, şehri tüm haşmetiyle görebilir ve gün batımının kızıllığını MonteVeggio köprüsünün silüeti ile birlikte fotoğraflayarak kartpostallık resimler çekebilirsiniz.

Atlas Jet Havayolları Hakkında bir Not

Atlas Jet Havayolları, gelişmekte olan özel hava yolu şirketleri içinde iyi birşeyler yapma gayreti içinde olan şirketlerden biri. Seyahat ettiğimiz uçaklar küçük ve dar olmasına rağmen, hostesler hizmet konusunda ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Bununla birlikte, şayet rahatınıza düşkünseniz Türk Hava Yolları veya Air Italia ile yapacağınız havayolu seyahati konforunu Atlas Jet Havayolları ile yakalayabilmeniz zor.

Son Söz

İtalya, tarih ve kültür zenginliğini arttırmak, Vatikan, Pompei, Siena gibi özgün nitelikler taşıyan bölgeleri yerinde görüp tanımak isteyen herkesin en az bir kez görmesi gerektiğine inandığımız yemyeşil bir ülke. Özellikle Venedik ve Pisa kulesinin geleceği konusunda yaşanan endişeler ve bu yerlerin belki de yakın bir gelecekte ciddi tehlikeler altında kalabileceği gerçeği düşünüldüğünde, İtalya gezilmesi ve görülmesi kaçınılmaz bir ülke olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte, İtalya’yı gezerken rotanızı dikkatli belirlemeniz ve gezinizi doğru bir şekilde planlamanız durumunda, İtalya 10 gün içinde önemli yerleri gezilebilecek ve ikinci kez gelmeye ihtiyaç bırakmayacak özelliklere de sahip. Biz İtalya çizmesini ayağımıza geçirip bir haftalık süre içinde ancak yukarıda belirttiğimiz ölçüme keşif yapabildik. “Çizme”yi aşmamak ve sizlerin sabrını taşırmamak için sözlerimize burada nokta koyuyor ve sizinle yeni ufuklarda kucaklaşmayı diliyoruz. Arrivederci!..

Mustafa YILMAZ
Mayıs 2005

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

İlgili Yazılar

Yazılarım

İznik – Çini Motifleri İle Süslü Tarih İzleri

Doğanın kış uykusundan uyandığı, ilkbaharın rengarenk çiçekler ile ağaçların dallarını süslediği Nisan ayında, ara...

Tokat – Karadenizden İç Anadoluya Uzanan Zümrüt Yeşili Bir...

Yazın bu sıcak günlerinde herkes tatil için Ege ve Akdeniz Bölgesi’ndeki tatil beldelerine akın...

Marmara Adası – Çınar Ağaçlarının Gölgesinde Ada Sefası

Çoğumuz için adalar, yazın sıcak günlerinde serin bir deniz esintisinin ferahlığını hissedebileceğimiz, trafik gürültüsünün...

Erzurum – Dadaş Ellerinde Yaz Sefası

Kadim çocukluk arkadaşımla birlikte yazın bunaltıcı sıcaklarından kaçmak için nereye gidelim diye düşünürken,Dadaşlar Diyarı...

Pamukkale / Denizli – Anemonların Kucağında Uzanan Bir Asil...

İlkbahar yağmurlarının hayat verdiği doğanın kucağında, pembe-beyaz perçemlerini aralayan çiçeklerin yeşilin binbir tonu ile...

Kütahya – Frig Vadisi’nin Çintemanisi

Tebdil-i mekanda ferahlık olsa da, bazen iş seyahatleri birbirinin peşi sıra gelince sıkıntı verici...

Kategoriler

Yorumlarınız