GÜL RENKLİ KAYALAR, TAŞA OYULMUŞ MABETLER ÜLKESİ: ÜRDÜN

Ortadoğu ülkelerinden birine seyahat etmeyi planlıyorsanız, gittiğiniz mevsim önemlidir. Bununla birlikte, kader bazen sizi sıcak aylardan birinde de bu ülkelere gönderebilir. İşte ben de, yaza merhaba demeye hazırlandığımız Mayıs ayının son haftasında rotamı, Ortadoğu’nun ateş çemberi içindeki güvenli ülkesi olan Ürdün’ün başkenti Amman’a çeviriyorum. Uçağın kalkış saati 23:40 olduğu için, bilmediğim bir ülkeye gece yarısı inecek olmanın tedirginliği var üzerimde. Bu tedirginlikle bindiğim THY’nın Airbus tipi uçağı kelimenin tam anlamıyla ağzına kadar dolu. Belli ki İstanbul henüz uluslararası bir finans merkezi olmayı başaramamış olsa da, uluslararası bir transit uçuş hattı olmayı başarmış. Gecenin dinginliğine farklı dillerde yapılan sohbetlerin birbirine karıştığı yaklaşık 2 saatlik bir yolculuk sonrasında, saatler 01:45’i gösterirken Amman’a doğru inişe geçiyoruz.

Yarı uyur yarı uyanık bir halde pasaport kontrolüne doğru ilerlerken, vizeyi ülkeye girişte alacak olmanın sıkıntısını taşıyorum. Döviz büfesinde 100 dolar bozdurup, aldığım 70 Ürdün Dinarı (JD) ile vize kuyruğuna giriyorum. Sıra bana geldiğinde, 10 JD karşılığında vizemi alıp, saat 02:20’yi gösterirken bu gizemli ülkeye adım atıyorum. Dışarı çıktığımda, birçok Ortadoğu ülkesinde karşılaştığımın aksine, taksiciler beni değil, ben taksicileri buluyorum. Taksiye binmem için bana yardımcı olan bir kişi 19 JD’lik bir fiş kesiyor. Çat pat İngilizce konuşan şoförümle birlikte şehre gitmek üzere yola koyuluyoruz. Etrafta in cin top oynuyor. Zifiri karanlığın hakim olduğu çöl sessizliği içinde tek tük aracın geçtiği ıssız otobanda yol alırken ister istemez bir ürperti sarıyor bedenimi. Yol bir türlü bitmek bilmiyor. 15-20-25, derken 30 dakika kadar sonra Amman’ın ilk ışıkları görününce biraz rahatlıyorum. Şehir merkezinin havaalanına uzaklığı 40 km. Konaklayacağım International Jordan Hotel’in kapısının önüne geldiğimde derin bir “Oh!” çekiyorum. Resepsiyondaki işlemlerimi tamamlayıp odama çıktığımda saat 03:15’i gösteriyor. Gözlerimden uyku akıyor. Üzerimdeki giysileri çıkarıp, yorganın altına girip uykuyla buluşmam sadece birkaç dakikamı alıyor.

Farklı Medeniyetlerin İzlerini Taşıyan Bir Şehir: Amman

İlk gün şehir turu yapmaya karar veriyorum. “Eski Amman”, Tahtakale-Mahmutpaşa benzeri, ticari hayatın canlı olduğu bir bölge. Konfeksiyon ve hediyelik eşya dükkanları, aktarlar, döviz büfeleri, salaş lokantalar bu canlı ortama renk katan unsurlardan sadece birkaçı. Döviz bozdurabileceğiniz en uygun kurları da buradaki döviz büfelerinde bulabilirsiniz. Bugün Cuma olmasına karşın dükkanlardan bir kısmı açık. Bununla birlikte, Ürdün’de Cuma ve Cumartesi günleri devlet daireleri ve işyerleri kapalı. Öğle vaktine doğru Cuma namazını kılmak üzere bölgenin merkezinde bulunan Kral Hüseyin Camisi’ne gidiyorum. Biraz erken vakitte gittiğim camide sıcağın da etkisiyle insanlar sere serpe halılara uzanmış. Namaz öncesi, vaizin kürsünün önünde ayakta dikilerek cemaate hitap etmesi dikkatimi çekiyor. Daha sonrasında ise, kürsünün arkasında bulunan taht biçimindeki koltuğa oturan bir başka kişi ezan okuyor. Bu ülkede bir kez daha gözlemliyorum ki, özde aynı olmakla birlikte, her ülkede İslami uygulamalar farklılaşabiliyor.

Cuma namazı çıkışında, ellerinde Filistin bayrakları taşıyan bir kalabalık gösteri yapıyor. Kalabalığın coşkusu ve atılan sloganlar bilindik cinsten. Ancak gösteriyi televizyon ekranı yerine canlı olarak izlemek daha heyecan verici. Gösteriyi izlerken polislerin giyiniş tarzı dikkatimi çekiyor. Başlarına giydikleri, miğfer şeklinde, çelikten, üst orta yerinde sivri bir demir çubuk bulunan ve kulakları kapatan, şapka-miğfer tarzı üniformaları ile 1800’lü yıllarda Ortadoğu ülkelerini işgal etmiş lejyoner Fransız askerlerini hatırlatıyorlar.

Kral Hüseyin Camisi’nin 100 metre ilerisinde, giriş kısmında mermer sütunlar bulunan Roma tarzı bir amfi tiyatro yer alıyor. Sütunların çoğu orijinal hali ile muhafaza edilmiş. Tiyatronun basamakları dik ve zaman içinde aşınarak yer yer içbükey bir hal almış. Tiyatronun üst kısmına çıkıldığında, şehrin gezilmesi gereken birçok yerini tespit etmek mümkün. Tiyatronun sağ ve sol alt tarafında 2 müze var. Bu müzelerde, Ürdün folklörüne ait giysileri, takıları, çocuk beşiklerini ve farklı motifler resmedilmiş mozaikleri görebilirsiniz.

Amfi tiyatrodan sonra istikametimde tarihi Amman Kalesi var. Kaleye çıkmak için ara sokakları kullanıyorum. Çok değil, bir 15-20 dakika sonra sokak aralarından bir yol bularak bilet almaksızın kalenin içine sızmış durumdayım. Tepeden şehrin dört bir tarafını görmek mümkün. Aslında buraya “kale” demek ne derece doğru bilmiyorum. Birkaç statü dışında tarihe tanıklık eden fazla bir şey kalmamış. Geriye kalanlardan en kayda değer eser, 9 metre boyunda ve 1.5 metre eninde sütun taşlarından oluşan Herkül Anıtı. Herkül Anıtı’nın arka tarafında Ürdün Arkeoloji Müzesi yer alıyor. Müzede, farklı dönemlere ait çok sayıda arkeolojik bulgu, lahit, bir dönemin yaşam tarzını simgeleyen antik eşyalar bulunuyor. Müzenin arka tarafında, Roma döneminde kilise olarak kullanılmış, daha sonra ise camiye dönüştürülmüş olan, altında Umayyad adı verilen bir Emevi Sarayının bulunduğu söylenen arkeolojik bir kazı alanı var. Umayyad sadece kilise bölümünden oluşmuyor. Kilise dışında, kazı çalışmalarının devam ettiği geniş bir yaşam alanı da var. Roma mimari tarzında yapılmış eserlerin çevresinde Hellenistic dönemden kalma mermer sütunlar dikkat çekiyor. Burayı gezerken karşılaştığım bir rehber, arkeolojik kazılar sonucunda bu eski yerleşim alanının az bir kısmının gün ışığına çıkarılabildiğini, önümüzdeki dönemde yapılması planlanan kazılarla Emevi Sarayı’nın kalıntılarına ulaşılmasının beklendiğini söylüyor

Tarihi dokusunun yanında Amman, aynı zamanda ülkede ticari hayatın ve finans sektörünün en gelişmiş olduğu şehir. Bankalar ve iş merkezleri daha çok “Yeni Amman” adı verilen bölgede toplanmış durumda. Şehirde çok sayıda beş yıldızlı otel var. Bunlar genellikle birbirlerine yakın bölgelere konuşlanmış. International Jordan bu otellerin en güzellerinden biri. Bölgede konaklanabilecek diğer oteller arasında Sheraton, Radisson, Belle Vue Hotel sayılabilir. Esas itibariyle Amman 8 meydandan oluşuyor. Lüks otellerin yer aldığı bölge daha çok 2 ve 3’üncü meydanlar arasında kalıyor. Şehir içi ulaşımda taksimetreli taksilerle en uzak mesafe 4-5 JD. Bu nedenle, taksimetresiz taksileri mümkün olduğunca tercih etmemeniz önerilir.

Ajloun Kalesi ve Ceraş Antik Kenti

Amman’ın dışına doğru çıkıldığında gezilmesi gereken iki önemli yer var. Bunlar; şehre 45 km uzaklıkta bulunan Ajloun Kalesi ve 2000 yıl öncesi medeniyetinin izlerini taşıyan Ceraş Antik Kenti. Ajloun Kalesi, 1184 yılında Selahattin-i Eyyubi’nin yeğeni tarafından yaptırılmış. Ayaklı tahta köprüden geçilerek içine girilen kaledeki gizemli dehlizler, loş koridorlar ve bahçesindeki dökme toplar sizi tarihin eski sayfalarına götürüyor. Bölgede görülmesi gereken diğer önemli yer ise Ceraş Antik Kenti. Ceraş’da yaşayan nüfusun % 50’si Hıristiyan. Ortadoğu’da en iyi korunmuş Roma antik kentlerinden biri olan bu yerde her yıl Temmuz-Ağustos aylarında festival düzenliyor. Geniş bir alana yayılmış olan antik kentin bugüne kadar önemli bir kısmı açığa çıkarılmış. Kazı çalışmaları halen devam ediyor. Antik kentin Hadrian Kapısı adı verilen giriş kapısından içeri girildiğinde, sol tarafınızda bulunan ve eskiden atlı araba yarışlarının yapıldığı 15.000 kişilik hipodrom dikkat çekiyor. Hipodromda, Roma döneminden kalma kıyafetler giyinmiş silahlı askerler günde iki defa gösteri yapıyorlar. Antik kentin içinde ilerlediğinizde, 64 sütunla çevrili geniş bir meydan karşınıza çıkıyor. Sütunlar depreme dayanaklı yapılmış. Meydanın ortasında tanrılara adak adanan büyük bir sunak bulunuyor. Antik kentte 5000 ve 10000 kişilik iki amfi tiyatro ile 15 de kilise var. Eskiden her ailenin bir kilisesi varmış. Antik kentin diğer görülmesi gereken yerleri ise Zeus Tapınağı ile, oksitlenmiş dış cepheleri ve taç şekli verilmiş sütun başlarıyla egzantrik bir görüntü oluşturan sütunlar.

Lut Gölü’nün Esrarı ve Mute Şehitleri

Ürdün’deki ikinci günümde, Müslümanlar için önem taşıyan iki farklı yeri, Lut kavminin helak edildiği rivayet edelen Lut Gölü ve çevresi ile, İslamın yayıldığı dönemde Mute savaşının yapıldığı yeri görmek üzere yola düşüyorum. Nur Otobanı üzerinden batıya doğru gideceğiz. Binaların dış cephesi ısı yalıtım özelliğine sahip beyaz kesme taşlarla kaplı. Bu taşlar kışın binaları sıcak, yazın ise serin tutuyor. Yolumuz üzerinde Philadelphia Üniversitesi’nin önünden geçerken ismi garipsediğimi gören rehberim, Amman’ın asıl adının, “kardeş gibi sevmek” anlamına gelen  Philadelphia olduğunu ve bu adın şehre Mısır kralı Ptolemaios Philadelphos tarafından verildiğini söylüyor.

Ülkenin nüfusu 6.5 milyon. Nüfusun 1 milyonu savaş sırasında Irak’tan kaçıp gelmiş göçmenlerden oluşuyor. Halkın % 15’i Hıristiyan. Her gün radyoda sabah saat 10:00 haberlerini müteakip, ülkede vefat eden kişilerin isimleri, doğum yerleri ve yaşları okunuyor. Ortalama maaş 400-500 JD. Amman’da hayat pahalı ve ev kiraları yüksek. Özellikle Irak savaşı sonrasında buraya göç eden zengin Iraklıların konut alımına ilgi göstermesi fiyatları artırmış. Eski Amman bölgesinde ev fiyatları 40.000-50.000 JD iken, Orta Amman kısmında 65.000-70.000 JD, Yeni Amman bölgesinde ise 300.000 JD. Yerel halk bu durumdan şikayetçi. Ürdün’de petrol yok. Petrolü Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten ithal ediyor. Bu nedenle, petrol fiyatındaki artış diğer malların fiyatlarına da yansıyor. Ürdün’de zorunlu eğitim 12 yıl ve profesyonel bir ordu bulunuyor. En önemli tarım ürünleri ise zeytin, muz, patates, domates, incir ve üzüm.

Ülkede Müslüman erkekler dini nikah ile (resmi olarak imzalı ve kayıtlara geçecek şekilde) dört eş ile evlenebiliyor. Ancak bu yolu tercih edenlerin sayısı az. Bayanlar modern bir tarzda giyiniyor. Hanımların ekserisinin başları kapalı, siyah pardösü giyenlerin sayısı ise az. Başlarını kapatmaları veya açmaları yönünde getirilmiş bir zorlama yok. Ancak başları açık gezen bayanlar bile usturuplu giyinmeye özen gösteriyor. Erkeklerin giyiniş tarzı ise bize benziyor.

Lut Gölü ya da daha popüler adı ile Ölüdeniz Amman’ın güney batısında, şehir merkezine 45-50 km mesafede. Yolda radar var ve sık aralıklarla trafik kontrolü yapılıyor. Ülkede polis ve askerlerin tümü iyi görünümlü ve turistlere yardıma hazır. Ancak siz yine de otobandaki hız tabelalarına dikkat edin, çünkü bu konuda çok titizler.  Ölüdeniz’e giden otobanın her iki tarafı da çorak bitki örtüsü ile kaplı. Kumlar üzerine serpiştirilmiş bodur yeşillikler çöle ram çalıyor. Yol üzerinde belli yerlerde askeri kontrol noktaları var. Güvenliğe bu kadar önem verilmesinin nedeni, 3 sene önce Amman’ın oteller bölgesinde bulunan Radisson Otel’de, bir evlilik töreni sırasında büyük bir patlama sonucu çok sayıda Ürdünlünün hayatını kaybetmesi. Bu tarihten sonra güvenlik önlemleri üst seviyeye çıkarılmış. Ülke her mevsim turist çekebiliyor, ancak gezmek için en doğru zaman Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim ayları.

Yolumuz üzerinde Madaba, Nebo Dağı, Saint George Kilisesi gibi Hıristiyanlar için gezilmesi önem taşıyan yerlerden geçiyoruz. Ülkede Osmanlı’dan geriye sadece Amman’ın güneyinde yer alan eski Hicaz Demiryolu ile, bu demiryolu üzerinde inşaa edilmiş karakollar kalmış. Bu karakollar bugün de aynı amaç doğrultusunda kullanılıyor. Lut Gölü’ne yaklaşırken uluslararası otel zincirleri yükselmeye başlıyor. Bunların çoğu SPA oteli. Uzun zaman öncesinden rezervasyon yaptırmadıysanız yer bulmanız zor. Gölün karşı kıyısı Filistin. Burası Filistin’e denizden 15 km, karadan 75 km uzaklıkta. Ancak Lut Gölü iki ülke arasında sınır teşkil ettiği için denizden karşı tarafa geçebilme imkanı yok.

Nihayet Lut Gölü’nün kıyısındayız. Deniz seviyesinden 400 metre aşağıda bulunan göl oldukça büyük ve uzun bir kıyı şeridine sahip. Aslında gölden ziyade denize benziyor. Gölün zemininden çıkan tuz ve çamur şifalı ve özellikle kozmetik ürünleri yapımında kullanılıyor. Buraya gelen turistler, gözleri ve kulakları hariç tüm bedenlerini baştan aşağı bu çamurla sıvıyorlar ve sonrasında da denize girerek pürüzsüz bir cilde sahip olmayı hayal ediyorlar. Göl kıyısı boyunca tuzlar adeta sahil şeridine beyaz bir şerit çekmiş gibi. Belli aralıklarla konulmuş askeri gözetleme kuleleri size buranın sınır bölgesi olduğunu hatırlatıyor. Kur’an-ı Kerim’de de kıssası geçen Lut kavminin azaba uğradığı bu göl, okyanus suyundan altı kat daha fazla tuz içeriyor (tuz oranı % 35) ve gölde balık dahil hiçbir canlı yaşamıyor. Buraya kadar gelmişken göle girmeden dönmek olmaz diyerek, biz de mayolarımızı giyip sahile iniyoruz. Kıyıdaki beyazlıklar dikkatimizi çekiyor. Lut Gölü’nün denizden tek farkı, tuz oranının çok yüksek olması nedeni ile insanı suyun üzerinde tutma kabiliyeti. Yüzmekte, hatta kulaç atmakta bile zorlanıyorsunuz. Yüzme bilmeyen biri bile, hiçbir çaba sarfetmeden suyun üstünde durabilir. Bazı turistler suyun üzerine uzanmış kitap bile okuyorlar. Bununla birlikte, gölde yüzerken gözünüze ve ağzınıza su kaçırmamaya dikkat etmeniz gerekli. Aksi takdirde canınız fena halde yanabilir. Bir de tepenizde cayır cayır yanan güneş ve alçak hava basıncı buna eklenince, suyun içinde bunaltıcı bir ruh hali ile karşı karşıya kalabilirsiniz.

Lut Gölü’nden ileriye doğru devam ettiğimizde, sağlıklı termal suların çıktığı bir bölgeye geliyoruz. Sol tarafımızda yükselen volkanik kayalar adeta bir set oluşturmuş durumda. Yer yer trekking yapmaya uygun derin kanyon girişlerinin olduğu bölgede göl kıyısı boyunca çorak bir bitki örtüsü var. Lut Gölü’nü gerimizde bıraktığımız noktada ise, toprak sanki sihirli bir değnek dokunmuş gibi bir anda yeşilleniyor verimli topraklar ve muz ağaçları boy göstermeye başlıyor.

Lut Gölü’nü 10 km geçtikten sonra, soldan içeri doğru sapıyoruz. Bu yol bizi, İslamiyetin yayıldığı dönemde yapılmış en önemli savaşlardan biri olan Mute Savaşı’nın gerçekleştiği topraklara götürecek. Burada, Mute savaşında şehit düşmüş sahabilerin mezarlarını ziyaret edeceğiz. Yol dik ve virajlı. Yolumuz üzerinde önce Selahattin-i Eyyubi’nin Kudüs’ün fethi amacıyla çıktığı seferde yaptırmış olduğu Karak Kalesi’nin önünden geçiyoruz. Yıllara meydan okurcasına hala eski heybeti ile dimdik ayakta. Nihayet, 100 km’ye varan uzun bir yolculuktan sonra Mute’deyiz. Bu şirin beldede ilk durağımız Şehitler Camii. Geniş avlusu, kar beyazı taşlarla yapılandırılmış dış mimarisi, dört minaresi ile temiz, bakımlı ve modern bir görüntüye sahip. Camide, Mute Savaşı’nda şehit düşmüş sahabelerden Zeyd Bin Haris, Abdullah Bin Revaha ve Cafer Bin Talib’in kabirleri bulunuyor. Aslında türbeleri demem daha doğru. Cami avlusunda her sahabe için büyük bir oda şeklinde türbeler tahsis edilmiş. Her türbenin içi mis gibi kokuyor.

Türbe ziyaretini müteakip Amman’a geri dönmek üzere hareket ediyoruz. Mute’yi terk etmeden önce son durak yerimiz Mute Savaşı’nın yapıldığı topraklar. En son olarak Halid Bin Velid’in komuta ettiği ordunun savaştığı mevkide, şehit düşenlerin anısına, isimsiz mezar taşlarının yer aldığı sembolik bir anıt mezar dikilmiş. Şehitler için Fatihalar okuyor ve buradan sessizce ayrılıyoruz.

Dünyanın Yedi Harikasından Biri: Petra

Ülkedeki üçüncü günümde, dünyanın yedi harikasından biri olan Petra’yı gezmeye gideceğim. Petra’ya ulaşım özel araçlarla yapılabildiği gibi, her gün sabah 06:30’da Amman’dan kalkan otobüslerle de buraya gitme imkanı var. İki seçenek arasındaki en önemli fark ise maliyet. Petra Amman’a 3.5 saat mesafede, bu nedenle güneşin hararetini mümkün olduğunca az hissedebilmek için erken saatte yola koyuluyoruz. Çöl Otoyolu üzerinde yaptığımız yolculukta sol tarafımızda Hicaz Demiryolu uzanıyor. II. Abdülhamit döneminde büyük fedakarlıklarla yaptırılan ve İstanbul’dan başlayıp Hicaz’a kadar uzanan bu demiryolunda bugün ise Shabit’ten Akabeye fosfat taşımacılığı yapan dizel yük trenleri çalışıyor. Akabe sonrasına ise tren yolu gitmiyor. Boynu bükük, hüzünlü bir şekilde bizi takip eden Hicaz demiryolu bugün eski günlerini arar gibi. Otoyolda ilerledikçe bitki örtüsü daha da çölleşiyor. Zaten ülkenin %60’ı çöl. Yol üzerinde, koyun ve keçi sürüleri ile göçebe çadırları boy gösteriyor. Ekonomide tarım ve hayvancılık önemli bir yer tutuyor ve göçebe hayatı sürenlerin en önemli geçim kaynağı. Yolculuğumuz esnasında Osmanlı döneminden kalma bir karakolun önünde duruyoruz. Karakolun dış cephesi muhafaza edilmiş. Karakola girişte, atların altından geçtiği kemerli köprü, yıkık dökük olsa da ayakta. Çöle hayat ve renk katan en önemli şey “dahle” adı verilen pembe çiçekli çalı toplulukları.

Yola çıkışımızın üzerinden yaklaşık 3 saat geçtikten sonra, nihayet Petra sapağından içeri kıvrılıyoruz. Petra ve Vadi Musa aynı bölgede. Önce, deniz seviyesinden 1400 metre yüksekte bulunan Shawbak’tan geçiyoruz. Kış aylarında burada yoğun kar yağışı olduğu için yol kapanabiliyormuş. İlk durak yerimiz Vadi Musa. Vadiye bu ismin verilme nedeni, Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun’un bu bölgede yaşamış olmaları. Hatta taş evlerin bulunduğu yerden dağlara doğru bakıldığında, tepede hayal meyal küçük beyaz bir kulübe görünüyor. Hz. Harun’un makamı olduğu söylenen bu mevkiye ancak eşekler yardımı ile ulaşılabiliyor. “Sonsuz güzellik” anlamında “Hayat Zamanı” ismi verilen bölgede irili ufaklı 67 otel ve beş yıldızlı lükse sahip, otantik tarzda taş işçiliği ile yapılmış çoğu tek katlı evler bulunuyor.

Vadi Musa’dan birkaç dakika sonra Petra, nam-ı diğer Kırmızı Şehir (Gül Şehri) deyiz. Buraya bu ismin verilme nedenini ise Petra’yı gezdikten sonra daha iyi anlıyorum. Petra, milattan önce 3. Yüzyılda Nebatiyen Arapları tarafından kurulmuş bir yerleşim birimi. Bu medeniyet ilk olarak 1812 yılında keşfedilmiş, şehir merkezi ise 1958 yılında ortaya çıkarılmış. Petra’yı gezmeyi cazip kılan özelliklerden biri de, “İndiana Jones” filminin üçüncüsü ile “Son Haçlılar” filminin final sahnesinin burada çekilmiş olması.

Petra’ya giriş 21 JD. İki günlük bilet 26 JD, 3 günlük bilet ise 32 JD. Girişte bu alternatifleri görünce, ister istemez insanın aklına Petra’yı gezmek için bu kadar uzun zamana ihtiyaç var mı sorusu geliyor. Petra’yı gezmeye başlamadan önce karar vermeniz gereken iki konu var. Bunlardan biri rehber alıp almamak, diğeri ise Petra’yı yaya mı, yoksa at, eşek veya deve sırtında mı gezeceğiniz. Rehber için ödemeniz gereken ücret 2 saatlik tur için 20 JD, 4 saatlik tur için 50 JD. Alternatifi ise, bu antik kenti benim gibi rehbersiz ve yürüyerek gezmek. Petra, 22 km uzunluğunda zor ve yorucu bir gezi parkuru. Bu parkuru ayağınıza kara sular ininceye kadar yürüyerek gezebilirsiniz. Ancak bu hiç de kolay değil, özellikle de hava sıcak olduğunda. Bu nedenle, zaman zaman at, eşek veya deveye binmeyi deneyebilirsiniz. Petra’nın girişinde atlar ve at koşulan tenteli arabalar var. Pekçok turist “taksi” adı verilen bu binekler ile, kanyon girişine veya Petra’nın en esrarengiz güzelliği olan “Hazine” bölümüne kadar gelmeyi tercih ediyor. Bu kısa yolculuğun maliyeti ise 7 JD. Eğer Petra’yı yayan gezmeye karar verirseniz, özellikle kanyon içindeki yürüyüşünüzde, binicileri tarafından çılgınca kullanılan atlara ve atlı arabalara dikkat etmeniz gerekli.

Petra’yı gezmeye başladan önce, suyunuzu ve azığınızı yanınızda hazır etmenizde fayda var. Her ne kadar Petra içinde su satılan yerler ve lokantalar olsa da, hızınızın kesilmemesi açısından tedarikli olmak önemli. Bir başka tavsiyem de, gezerken enerjinizi idareli kullanmanız ve öğle sıcağında gölge altlarında bir 5-10 dakika mola vermeniz. Son olarak, Petra içindeki yollar kumlu olduğundan, ayağınızın kaymaması için özellikle kayalara çıkarken dikkatli olmanızı öneririm. Son bir uyarım da satıcılara ilişkin olacak. Çoğu göçebe topluluklarına mensup olan bu kişilerden alışveriş yaparken dikkatli olmanızı ve takılardan renk renk kumların doldurulduğu şişelere, ağaç ve tahta oymacılığı eserlerden kadın süs eşyalarına, volkanik taş parçalarından minik heykelciklere kadar envai çeşit süs eşyasını bulabileceğiniz tezgahlardaki satıcılarla sıkı pazarlık etmenizi öneririm.

Petra’ya girişte ilk dikkatimi çeken, etrafta koşuşturan atlar ve üzeri ince tente ile örtülü at arabaları oluyor. Yürümeyi ve sıcakta zahmet çekmeyi istemeyen birçok turist bu atlara binmek için sıraya girmiş bekliyor. Petra’yı dış dünyaya bağlayan vadi çökmelerle oluşmuş. Gezi parkuru üzerinde sağlı sollu kayalara oyulmuş kapılar ve pencere boşlukları ile, merdiven çıkılarak giriş kısmına ulaşılan taşa oyulmuş odalar dikkat çekiyor. Bunların bir kısmına rahatça ulaşılabiliyor, bir kısmına ulaşmak ise zahmetli. Kayalar üzerinde gezerken kertenkele, akrep ve yılanlara dikkat etmeniz gerekli. Zaten bodur çalılar arasından gelen sesler de sizi temkinli olmaya zorluyor.

Yarım saat sonra, güneş iyice yükselmeye başladığında, sizi sıcağın etkisinden çekip alan kanyon bölgesine geliyorsunuz. Kanyona adım atmanızla birlikte başka bir dünyanın kapıları açılıyor. Gün ışığının sınırlı ölçüde nüfuz ettiği kanyonda sağ ve sol tarafımda yüksekliği 80 metreyi bulan ve yılan gibi kıvrılarak ilerleyen volkanik kayalar duvar örmüş durumda. Zemin boz renkli ve sert. Kanyon boyunca su taşıma tünelleri ve depolama yerleri bulunuyor. Eskiden şehrin su ihtiyacı bu kanallar ile karşılanırmış. Kanyonda ilerlerken, aşınmaya yüz tutmuş taş merdivenler kullanılarak çıkılan taşa oyulmuş odalar ve bunların giriş kısımlarını süsleyen, yağmur-rüzgar etkisi ile nakış gibi işlenmiş ve oksitlenme sonucu bir renk cümbüşüne dönüşmüş kayalar insanı kendine hayran bırakıyor. Kanyon M.S 551 yılında yaşanan depremden sonra bir daha eski haline gelememiş.

Kanyonda ilerlerken, bir anda duyduğum hayret nidaları ve alkışlar yolun sonuna yaklaştığımın habercisi. Nitekim, son köşeyi de döndüğümde, kayaların arasından Petra’nın en nefes kesici güzelliği olan “Hazine” bölümü perçemini aralıyor. Böyle bir güzellik karşısında hayranlık duymamak elde değil. Nebati Kralı III. Aretas için mezar olarak inşaa edilmiş olan bu yapı, içine krallık hazinesi konulduğu için bu adı almış. Dış kısmı iki parçadan oluşan 42 metre yüksekliğindeki yapının alt kısımda sütunlar yer alıyor. Sütunların sağ ve sol tarafını iki insan silueti süslüyor. Alt tarafta, merdivenlerle ulaşılan yüksek ve geniş bir kapı var. Yapının içinde görülecek fazla bir şey olmasa da, tavan kısmında zaman içinde oluşmuş renk bulamaçları muhteşem. Yapının üst kısmının ortasında bir sembol, bu sembolün sağ ve sol tarafında ise, farklı hayvan figürleri var. Fotoğraf makinemin deklanşörüne basmadan önce dakikalarca bu kızıl güzelliği seyre dalıyorum. Ben Hazine’yi seyrederken, çölün vazgeçilmez bekçisi olan develer de geviş getirerek fotoğraf çektirmek isteyenlere poz veriyor.

Bir 10-15 dakika daha bu büyülü güzelliği seyrettikten sonra, istemeye istemeye de olsa buradan ayrılarak Petra içindeki yürüyüşüme devam ediyorum. Her yer 2000 yıl öncesinden kalma izlerle dolu. Bunlar arasında; kumtaşından oyularak yapılmış yaşam alanları, kaya mezarları, 4000 kişilik amfi tiyatro, 100-150 basamak çıkılarak ulaşılabilen dik manastırlar sayılabilir. Sıcağın da etkisi ile bu tırmanışlar zaman zaman yorucu olsa da, zirveye çıktığınızda karşılaştığınız manzara bu yorgunluğa değer. Manastırların alt kısmındaki yapıların girişindeki taşa oyulmuş odaların pencere ve kapı oyukları ile, kayalar üzerinde zaman içinde oluşan kızıl, lacivert, siyah karışımı renk cümbüşleri görülmeye değer. Bölgeyi gezerken birçok turist, çevredeki lokantalarda, hediyelik eşya satan tezgahların kurulduğu yerlerde gölgelenmek için kısa molalar veriyor. Zorlanarak çıktığınız manastırların tepe noktalarında bile bu satıcılarla karşılaşmak insanı şaşırtıyor. Yörük çadırlarında kurdukları portatif tezgahlarında 1 JD’ye bir parça eşya satabilme çabasındalar. Petra’da iki de müze var. Bunlardan bir tanesi kanyonun girişinden hemen önce, diğeri ise 800 basamaklı manastıra çıkıştan önceki mola yerinde.

Manastırların devamında Sütunlu Caddeye geliyorum. Yer yer dahle çiçeklerinin süslediği caddede, eski ihtişamı ile ayakta kalmayı başarmış giriş kapısından geçiyor ve biraz sonra yapacağım zorlu tırmanış öncesinde, erzak temin edebileceğim son mola yerine geliyorum. Ve Petra gezisinin en zorlu ayağı olan 800 basamaklı manastır tırmanışı gelip çatıyor. Benim gibi inatçı değilseniz, son mola yerinde sizi sırtında yukarıya taşımak için bekleyen eşeklerden birine binebilirsiniz. Merdiven sayısını abarttığımı düşünen varsa, bir zahmet gidip saysın! Zaman zaman nefesimin kesildiğini itiraf etmeliyim. Ben zorlanırken, turistleri sırtında taşıyan eşekler sanki düz yolda gidiyor gibi merdivenleri tıkır tıkır çıkıyor. Lütfen bundan sonra “eşek” kelimesini kullanırken biraz daha dikkatli olalım! Zirvede ise, mimari açıdan etkileyici bir manastır ile karşılaşmış olmama karşın, pek çok turist gibi ben de ümit ettiğimi bulamamanın hayal kırıklığı içindeyim.

Zirvede 5-10 dakika mola verip nefeslendikten sonra, aynı yolu yayan olarak geriye sarıyorum. Saat 15:30’u gösterirken güneş yakıcılığını kısmi olarak üzerimizden çekmeye başlıyor. Bu zaman diliminde, Petra medeniyetini oluşturan yapı taşları da daha farklı bir elbiseye bürünüyor ve fotoğraf tutkunları için ideal pozlar veriyorlar. Özellikle Hazine bölümünün üzerine düşen kızıl renkli görüntü muhteşem. Dönüş yolunda birçok turist yorgun olduğu için deveye veya ata binmeyi tercih ediyor. Benim gibi tabana kuvvet diyenlerin sayısı da hiç az değil. Petra’nın çıkışına doğru ilerlerken, buraya 1 gün ayırmanın haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bacaklarımda derman kalmamış bir halde 3.5 saat sürecek dönüş yolculuğu için arabadaki yerimi alırken, tek isteğim bir an önce ılık bir duşun altına girip üstümdeki tozlardan arınmak ve yatağa bacaklarımı sere serpe uzatmak.

Arabistanlı Lawrence’ın “Vadi Rum”u ve Kızıldenizin İncisi “Akabe”

Ürdün’de görülmesi gereken yerlerden biri de Vadi Rum ve Akabe. Buraya, Petra seyahatinde olduğu gibi Çöl Otobanını takip ederek gidebilirsiniz. Otobanda yol alırken çok sayıda seranın ve 4 eski Osmanlı karakolunun önünden geçiyoruz. Karakollardan birinin yanında, su biriktirmek amacıyla yapılmış bir havuz var. Çöl ortasında Osmanlı’nın düşünüş tarzını göstermesi açısından çarpıcı bir örnek. Söz havadan sudan açılmışken, ülkede su problemi yok, doğal kaynaklar, kuyular, barajlar ve yağmur suları sayesinde su ihtiyacı yeterli ölçüde karşılanıyor. Çöl Otobanını takip ettiğiniz takdirde bu yol sizi Suudi Arabistan’a kadar götürüyor. Bir anlamda Hicaz demiryolunun yerini almış durumda. Yol boyunca az sayıda benzin istasyonu var. Öyle ki, 300 km’lik mesafe boyunca sadece 3 benzin istasyonuna rastlıyoruz. Bu durum, özellikle yola aşina olmayan veya araba kiralayarak ülkeyi gezmek isteyen turistler için dikkate alınması gereken bir risk. Vadi Rum ya da nam-ı diğer Ay Vadisi Amman’a 350 km mesafede ve ülkenin güney doğusuna düşüyor. Albay emeklisi olan mihmandarımın verdiği bilgiye göre, Vadi Rum’da Ürdünlü askerler de eğitim alıyor ve çölde yaşam mücadelesi vermeyi öğreniyorlar. Vadi Rum’a yaklaştığımızda, yer yer kızıla yer yer boza çalan bir çöl karşılıyor bizi. Sağımız ve solumuz farklı rölyefler oluşturmuş yüksek volkanik kayalarla çevrili. Sol tarafımızda bulunan Hicaz Demiryolu üzerinde fosfat taşıyan yük treni vagonları ağır ağır yol alıyor. Sanki bir kovboy filminin karelerinden birinde gibiyim. Çölde tek hayat belirtisi, kızıl topraklar üzerine serpiştirilmiş soluk renkli bodur bitki toplulukları.

Otobandan içeri saptıktan 14 km sonra ulaştığımız giriş kapısında jipler sıranın kendilerine gelmesini bekliyor. İçeriye giriş 2 JD. Jiple dolaşmanın maliyeti ise turun süresine ve gezilecek güzergaha göre değişiyor. 1 saatlik tur 25 JD, 2 saatlik tur 35 JD, 3 saatlik tur 44 JD. Ancak bunun tam bir kandırmaca olduğunu söylemeliyim. Çünkü hem sizi vaat ettikleri süre kadar gezdirmiyorlar, hem de birbirine benzer yerlerin etrafında dolaştırıyorlar. Ben de 2 saatlik bir tur (Gazali Kanyon Turu) alıp, üstü açık, derme çatma tenteli bir jiple yola koyuluyorum. İnanamayacaksınız ama arabayı 10 yaşında bir çocuk kullanıyor! Bu yüzden ciddi anlamda gerginim. Nitekim, tereddütle bindiğin jipte korktuğum başıma geliyor ve yarı yolda jip önce teklemeye başlıyor, daha sonra da duruyor. Tam anlamı ile çöl ortasında cıscıblak kalıyoruz. Rehberim de kalas yutmuş gibi oturunca, ikisini de dürtmek bana kalıyor. 5-10 dakika sıcağın alnında öylece kaldıktan sonra, tepkilerim ve şoförün biraz silkinmesi ile bir başka jip yanımıza gelerek pet su şişesi ile benzin takviyesi yapıyor. Tam herşey düzeldi derken, 10 dakika sonra jip yeniden tekliyor ve duruyor. Artık sinirlerim iyice gerilmiş durumda. Çocuğun yakasından tutup hırpalayacağım ama dilimi anlamadığı ve umarsız davrandığı için sonuç almam imkansız. Her ne kadar derin vadiler boyu yol alıp, kızıl çöl topraklarına batıp çıkmış olsam da keyfim kaçıyor bir kere. Başka bir jip gelip bizi alarak giriş kapısına götürüyor.

Kendi içinde bir sessizliğin hüküm sürdüğü Vadi Rum’da gezdiğim süre içinde siyah tenteli dikdörtgen biçimli göçebe çadırlarında hediyelik eşya satan bedeviler, deve üzerinde çölü gezmeye soyunan turistler ve sırt çantaları ile çölde macera arayışına çıkmış gözü kara gezginler görüyorum. Aslına bakarsanız, Ay Vadisi’ni keşfetmek istiyorsanız, başta kanyonlar olmak üzere bazı yerleri yürüyerek gezmeniz en ideali. Ancak bu tercihi yapmanız durumunda, çöldeki akrep ve yılanlara dikkat etmeniz ve rehbersiz yola çıkmamanız gerekli. Başka bir alternatif de, geceyi çölde çadırda, kamp ateşi etrafında konaklayarak geçirip, sabah erken saatte jiplerle safariye çıkmak. Yaşadığım tüm tersliklere rağmen, dinginliğin hakim olduğum Vadi Rum’da Arabistanlı Lawrence’in ayak izlerini takip ederek, su içtiği pınarı ve Arabistan’a geçişinde konakladığı evi görmek, gizemli bir gezegende seyahat ettiğim izlenimini uyandıran yüksek volkanik kayaların oluşturduğu derin vadilerde yol almak ve kızıl çöl topraklarına bata çıka yürümek yine de çok güzel bir deneyim.

Vadi Rum’a kadar gelmişken Akabe’ye gitmemek olmaz deyip yola devam ediyoruz. Akabe, Vadi Rum’a 40 km mesafede. İki tarafı kayalarla çevrili yolda ilerlerken, sol tarafımızda uzanmakta olan Hicaz Demiryolu bize eşlik ediyor. Akabe’nin hemen dışında bir Serbest Bölge var. Akabe limanından İran, Irak, Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülkeye ithalat-ihracat yapılıyor. Akabe’nin karşı kıyısı İsrail. İsrail tarafındaki İlat limanı ve diğer yerleşim birimlerini buradan rahatlıkla görmek mümkün. Ürdün’ün komşularıyla 600 km’lik bir sınırı var. Ancak komşularının hepsi de istim üzerinde, birbirleriyle kavgalı ülkeler. Ürdün, özellikle İsrail ile Filistin arasında yaşanan gerginlikte arada kalmış, ancak Ürdünlü yöneticiler izledikleri akıllı politika ile bölgedeki konumlarını korumayı başarmışlar.

Akabe, pırıl pırıl parlayan, turkuvaz renkli bir denize sahip bir sahil beldesi. Her yerde palmiye ağaçları var. İnsanlar sahilde hem birşeyler yiyip içiyor hem de denize giriyor. Ancak buraları daha çok halk plajı niteliğinde. Akabenin diğer cephesinde ise Sheraton, Radisson gibi çok sayıda lüks otel yükseliyor. Otellerin yakınında lüks lokanta ve eğlence yerleri var. Sahilde gezi tekneleri müşterilerini bekliyor. Akabe ile İsrail kıyıları Boğazın Rumeli ve Anadolu yakası kadar yakın. Ancak deniz ortasında kırmızı dubalarla belirlenmiş bir sınır çizgisi var. Deniz o kadar temiz ve pırıl pırıl parlıyor ki, burada birkaç gün kalıp tatil yapmadığıma pişman oluyorum. Kızıldeniz kıyısında bulunan Akabe, aynı zamanda dalış yapmayı sevenlerin de tercih ettiği yerlerin başında geliyor. Her yıl çok sayıda dalgıç, Kızıldeniz’in sualtı zenginliklerini keşfetmek, mercanları ve binbir renkteki balıkları görmek için buraya geliyor.

Akabe’ye ilişkin son noktayı koymadan önce bir hatırlatma yapayım. Ürdün’de Amman dışında sadece Akabe’de havalimanı var. Amman-Akabe arası uçakla yarım saat. Ürdün’e gelip hem Vadi Rum hem de Akabe’yi görmek isteyenlere, önce uçakla Amman’dan Akabe’ye gelmelerini ve burada birkaç gün konaklayıp denizin tadını çıkardıktan sonra Vadi Rum’u da gezerek Akabe üzerinden Amman’a geri dönmelerini öneririm. Bu tercih sizi aynı zamanda, karayolu ile yapılan ve toplamda 700 km süren seyahatin yorgunluğundan ve sıkıcılığından da kurtarabilir.

Damak Tadı ve Alışveriş

Ürdün mutfağı Türk mutfağı ile benzerlikler gösteriyor. Katıldığım konferans sırasında verilen öğle yemeğinde ikram edilen humus, patlıcan ve maydanoz salatası, zeytinyağlı biber dolması, köfte ve börekler, kendimi Türkiye’de hissetmemi sağlıyor. Akşam yemeğinde tattığım künefe tatlısı ise Hatay tarzında yapılmış ve peyniri çok özel. Künefe dışında, baklava ve içine kaymak konmuş kadayıf tatlısı da çok leziz. Bana meth edilen, ancak tatmaya fırsat bulamadığım bir yemek de “malsef”. Et, pilav ve yoğurttan yapılan bu yemeğin çok leziz olduğu söyleniyor. Yemek sonrasında ikram edilen çayın kulplu küçük cam bardaklarda gelmesi ve çok açık olması dikkatimi çekiyor. Çaylar genellikle sıcak servis yapılmıyor, paşa çayı kıvamında. Ayrıca garsonlar, bir Ortadoğu ülkesinde alışık olmadığım tarzda hızlı servis yapıyorlar. Yemek kültürü bizimkine benzese de, Ürdünlüler Türkler kadar konuksever ve cömert değiller. Bir hafta boyunca birçok Ürdünlü ile teşriki mesaide bulunmama rağmen, bana bir bardak çay ikram eden bile olmadı.

Ürdün’den ülkenize götürebileceğiniz en güzel hediyeler arasında, Ölüdenizin tuz ve çamurundan yapılmış kozmetik ürünler, sabun ve güzellik malzemeleri sayılabilir. Bunun dışında, Madaba’da St. George Kilisesi’nin yakınındaki büyük atölyelerde Filistinli işçiler tarafından yapılan mozaik işlemeli tabak ve tablolar, halı ve kilimler ile ağaç oymacılığı eserler de alınabilecek hediyeler arasında. Amman’da fiyatlar pahalı ve pek fazla aşağı çekme şansınız olmuyor. Belli bölgelerde pazarlık yapılabilse de, genellikle büyük indirimler beklemeyin.

Gül Şehrine Veda…

Ortadoğu’nun bu sakin, huzurlu ve güvenli ülkesine veda ederken, aklımda ve yüreğimde, taşa oyulmuş büyüleyici yapıları, gül renkli kayaları ve muhteşem Hazine’siyle Petra kalıyor. Gözümü mest eden ve gönlümü çalan bu esrarengiz hazineyi bir kez daha görebilme arzusu ile bu güzel ülkeye veda ederken, sizleri de bu büyülü güzellikleri görmeye davet ediyorum.

Doç.Dr. Mustafa K. YILMAZ
28/05/2008