Bilanço Analizinizi Yaptınız mı?

Şirketler her yıl sonu geldiğinde, o yıl içinde gerçekleştirmiş oldukları faaliyetler neticesinde elde ettikleri sonuçları bir bütün olarak değerlendirerek mali tablolar hazırlar ve bunu yatırımcılarının bilgisine sunarlar. Bu mali tablolar içinde ise, şirketin tüm varlık ve yükümlülüklerinin dönemsel gelişimini gösteren bilançonun ayrı bir önemi vardır. Şirketlerin kurumsal performanslarını bu şekilde takip etmeleri rutin bir faaliyet olmasına karşın, aynı yaklaşımın bireyler tarafından takip edildiğine ise ender rastlanmaktadır. Bunun belki de en önemli nedeni, insanların bireysel olarak ne kadar üretken olduklarını pek umursamamalarıdır. Oysa ki her birey, hangi meslek grubuna mensup olursa olsun yıllar içinde artan bir şekilde kümülatif bir katma değer yaratmakta ve öznel varlığını artırmaktadır. Bunu görebilmesi için ise, ya iş değişikliği yaparken özgeçmişini gözden geçirmesi ya da web sitesi oluştururken belleğini güncellemesi gerekmektedir.

Nitekim, ünlü bir futbolcunun kariyeri boyunca ne kadar gol attığının, bir basketbolcunun ne kadar asist yaptığının en ince ayrıntısına kadar hesabı tutulurken ve tutulması da gerekirken, bir cerrahın kaç ameliyat yaptığı, bir ebenin kaç kez doğum yaptırdığı, bir akademisyenin kaç makale kaleme aldığı, bir mühendisin kaç istinat duvarı ördüğü çoğu kez ne kendisi ne de başkası tarafından sorgulanmamaktadır. Sorgulanmayan bir başka husus da, insanların kendi işleri dışında uğraş verdikleri faaliyetlerde veya hobilerde ne kadar üretken olduklarıdır. Benim, kendi işim dışında kaleme aldığım ve yayınlamış olan 30 akademik makaleye, üç adet kitaba, 15’i aşkın gezi yazısına ve bir şiir kitabına imza atmış olmam gibi. Bunu övünç vesilesi olsun diye söylemiyorum. Biliyorum ki çevremde benim gibi ve benden çok daha donanımlı nice insanlar var. Bu insanların bir kısmını keşfetmek için internette bir ufuk turuna çıkmanız ve oluşturdukları web sitelerine bakmanız yeterli. Peki ya web sitesi olmayanlar? İnanın onların da sayısı hiç az değil, ama onurlu fakirler gibi kendilerini afişe etmeyip kenarda sakladıklarından biz sadece onların farkında değiliz. Belki de yapılması gereken, bu mütevazi ama üretken insanları kendi bilanço analizlerini yapmaya ve bunu toplumla paylaşmaya yöneltmek. Belki de o zaman popülist kültürün hegamonyasından kurtulabiliriz.

Hiç şüphesiz bu sözlerim mütevazi olmanın bir erdem olmadığı anlamına gelmesin. Tam tersine, mütevazi olmak benim de sonuna kadar savunduğum ulvi bir erdem. Bununla birlikte, doğurgan olmayanların kendilerini doğurganmış gibi pazarladıkları bir evrende, gerçekten üretken olanların kendilerine haksızlık etmeleri ve başarılarını küçümsemeleri dokunuyor bana. “Baki kalan bu dünyada bir hoş seda” ise eğer, gelecek nesillere baki bıraktıklarımızın bilançosunu çıkarmamız, maddi olmasa bile bıraktığımız manevi mirasın bilincinde olmamız gerek diyorum ben sadece.

Bilanço analizinizi bugüne kadar yapmamış iseniz kayıp değil, henüz geç kalmış sayılmazsınız. Haydi, hiç vakit kaybetmeden elinize bir kağıt ve kalem alın ve geçmişten bugüne yaptıklarınızı alt alta sıralamaya başlayın. Farkına varmadan ne kadar da çok şey ürettiğinizi siz de göreceksiniz. Bir de siz siz olun bilanço analizinizi sakın sadece kendinize saklamayın, şirketler gibi siz de sizinle gurur duymak üzere köşesinde sessiz bir şekilde bekleyen sevdiklerinizle paylaşın. Unutmayın ki, başarılar paylaşıldıkça çoğalır, tıpkı üzüntülerin paylaşıldıkça azaldığı gibi…

Mustafa K. YILMAZ

İletişim Girdabı ve Kültürel Çoraklık

Toplumsal gelişimi yönlendiren en önemli dinamiklerin başında yazılı ve görsel kitle iletişim araçları gelmektedir. Bu araçlar içinde ise, radyo, televizyon, gazete ve dergiler ile her türden kitaplar ilk sırayı almaktadır. İnternet teknolojisinde yaşanan başdöndürücü hızlı gelişimin tüm iletişim araçlarını ahtapot gibi yutmaya başladığı günümüzde bile söz konusu iletişim araçlarının rolü sık sık gündeme gelmekte ve bireylerin gelişimi üzerindeki psikolojik etkileri ile toplumda neden oldukları kültür erozyonu tartışma konusu yapılmaktadır.

Medyadaki Yozlaşma

İletişim araçları içinde belki de en fazla tartışılanı, geniş kitlelere en rahat ulaşım imkanı veren, en önemli boş zaman doldurma ve haber alma kaynağı olan televizyondur. Ekranlardan verdiği bilgi ve mesajlarla toplumu hem olumlu hem de olumsuz istikamette yönlendirebilen televizyonun etkisinin ülkemizde daha çok olumsuz yönde olduğu söylenebilir. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) nın hazırladığı “Boş Zamanı Değerlendirme ve Kitap Okuma Alışkanlığı” Raporu’nda da belirtildiği üzere, Türkiye’de günlük televizyon izleme süresi 3.5 saat olarak gerçekleşmekte, dizilerle bu süre ortalama 4 saate kadar çıkmaktadır. Bu yönden Türk halkı, televizyon başında geçirilen vakit konusunda tüm dünyayı geride bırakıp, ABD’ni (4 saat) ve Japonya’yı (4 saat 29 dakika) yakalamış durumdadır. Söz konusu raporda diğer ülkelerin günlük ortalama televizyon izleme süreleri ise şu şekilde verilmektedir: İngiltere’de 3 saat 20 dakika, Avustralya’da 3 saat, Almanya’da 2 saat 55 dakika, Fransa’da 2 saat 50 dakika, Peru’da 2 saat 40 dakika, İsveç’te 2.5 saat. Eurodata TV Worldwide adlı kuruluş tarafından 72 ülkede, 2.5 milyon izleyici ve 600 kanaldan elde edilen verilere dayandırılarak hazırlanan bir başka raporda, dünya genelinde izleyicilerin her gün ekran karşısında geçirdikleri sürenin bir önceki yıla göre 15 dakika artış gösterdiği, televizyon izleyicilerinin her gün ortalama 3 saat 39 dakika ekran başında kaldığı tespit edilmiştir.

Bilimsel açıdan bakıldığında, Türk halkının ekran başında geçirdiği 3.5 saat aslında çok önemli bir zaman dilimidir ve yarım gün eğitim yapan bir okulda günlük eğitim süresine eşit bulunmaktadır. Ulusal kanallarda haftada yaklaşık 40 yerli dizi yayınlanmaktadır. Birbiri ardına kanalları istila eden ve biri diğerinden türeyen bu diziler hiçbir sosyal içerik taşımadığı gibi, toplumu olumsuz yönde etkilemekte, bir taraftan şiddet yanlısı, saldırgan bireyler yaratırken, diğer taraftan zihin ve beden sağlığımızı ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. Mevcut programların çoğu, başta kadın ve çocuklar olmak üzere, toplumun kültür yapısı üzerinde telafisi zor yaralar açmakta, özellikle çocukların hayal gücü ile yaratıcılığını köreltmektedir. Ne yazık ki Türkiye’de yaşanan bu ekran erozyonu sadece dizilerle sınırlı kalmamakta, en ciddi program olması gereken haber bültenleri dahi, birkaç kanal dışında tamamen magazin programına dönüştürülmüş bulunmaktadır. Nitelikli belgesel programları ise, çok az sayıda olmak üzere en düşük izlenme oranının olduğu saatlerde yayınlanmaktadır.

Bu olumsuz etkilerine ek olarak, televizyon insanların günlük yaşantılarına da müdahil olmakta, aile ziyaretleri ve arkadaş buluşmaları artık televizyon dizilerine göre ayarlanmakta, insanlarımız kendi dizisinin günü olduğunu söyleyerek tüm bir haftayı esaret altında geçirebilmektedir. Bu etki ertesi gün başlayan iş yaşamına da sirayet etmekte ve çalışanlar mesailerinin belki de en değerli ilk birkaç saatini izlenen dizilerin son bölümü ile karakterlerini tartışmak için ayırmaktadırlar. Bu durum nihai aşamada, toplumda yüz yüze iletişimi azaltmakta, sevgi bağlarını zedelemekte, insanları kalabalıklar içinde yalnızlığa itmekte ve kısır kelime hazinesine (300-400 kelime) sahip bireyler topluluğu ortaya çıkarmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, özellikle toplumda eğitim ve kültür seviyesi düşük bireyler, ekrandan aktarılanları sık sık gerçek hayatla özdeşleştirme hatasına da düşmekte ve sosyal yaşamda yanlış tercihlerde bulunabilmektedirler.

Ülkemizde mevcut durum basın-yayın sektörü açısından da pek parlak gözükmemekte olup, bu süreçte, özellikle sorumlu gazetecilik anlayışının ciddi olarak sorgulanması gerekmektedir. Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında gazetelerimiz hem içerik kalitesi, hem sosyal sorumluluk ilkesine uyum, hem de tiraj açısından emsallerinin gerisinde kalmış durumdadır. OECD tarafından yayınlanan yıllık rapora göre, Japonya’da % 62, Almanya’da % 63, Fransa’da % 41, İngiltere’de % 44, İtalya’da % 38, İsveç’te % 61, Hollanda’da % 44 olan gazete okuma oranı, Türkiye’de – tartışmalı olsa da – sadece % 5 seviyesindedir. İçerik kalitesi açısından bakıldığında da maalesef, Türkiye’de çıkan gazeteler özellikle son 20 yıldır toplumun kültür yapısını geliştirmek bir tarafa, sosyal sorumluluk ilkesinden uzak, dejenerasyonu arttırıcı yayınlar yapmış, adeta bir “manşet okurları” kitlesi yaratmıştır. İçerikli ve kaliteli haberler vermek yerine, büyük puntolu, bol resimli, magazin ağırlıklı haberler vermeyi tercih eden gazetelerin iç sayfa sütunlarında çoğu zaman, düşünce yapısını geliştirici, edebi uslübe sahip makaleler yerine, popüler kültürün dikkatini çekecek konuları işleyen renksiz makaleler yer almıştır.

Buna karşılık gazeteler, ciddi makaleleri okuyan kişi sayısının sınırlı olduğu tesbitinden hareketle, toplumun talep ettiği haber ve bilgileri verdiklerini ve tirajlarını yüksek tutabilmek için bunu yapmak zorunda olduklarını savunmaktadırlar. Bunun da en büyük kanıtı, Türkiye’nin önde gelen gazetelerinin bu yaklaşımı takip ederek tirajlarını yüksek tutmayı başarmaları, ciddi içerikli birkaç gazetenin ise tiraj bakımından en alt sıraları paylaşmasıdır. Aslında tiraj açısından da Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türk basınının durumu hiç iç açıcı değildir. Türkiye’de çok uzun zamandan bu yana toplam gazete satışları, artan nüfus ve okuma-yazma oranına rağmen 4 ile 5 milyon arasında değişmektedir. Avrupa ülkelerinde ise bu rakam çok daha üst seviyelerdedir. Bir örnek vermek gerekirse, 82 milyon nüfuslu Almanya’da satılan gazete sayısı 51 milyon adettir. İçerik açısından bakıldığında da, Avrupa ülkelerindeki ciddi gazetelerde yer alan makaleler ile Türkiye’deki gazetelerde yer bulan makaleler arasında farkedilir bir kalite farkı olduğu, ülkemiz gazetelerinde yayınlanan makale ve yazıların çoğu zaman entellektüel boyutta daha içe dönük, yüzeysel ve analiz kabiliyeti yetersiz kaldığı göze çarpmaktadır. Bu noktada, gazetelerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de yayınlanan dergilerin daha içerikli ve yazı kalitesi açısından daha verimli olduğu söylenebilir.

Aslında gazeteler hakkında bu eleştiriyi yaparken, biraz da çuvaldızı kendimize batırmamız gerekmektedir. Gazetelerde köşe yazarlarını okurken, herkes bir konu hakkında fikir beyan edebilmek için sevdiği, kendi görüşlerine paralel fikirler savunan yazarları takip etmekte, konuya tarafsızca bakıp bilgi edinip, bunları kendi düşünceleri ve birikimlerine göre yorumlamak çoğu zaman insanlarımıza zor gelmektedir. Öte yandan, ülkemizde gazete satın alan ve “okur-bakar” kitlesi olarak tanımlayabileceğimiz kişiler çoğu zaman gazeteleri bilgi sahibi olmaktan ziyade resimlerine bakmak, ilanlarını takip etmek, bulmacalarını çözmek üzere edinmektedirler. Bu bağlamda, çok sayıda gazetede haber ve yorum anlamında gözlenen çarpıcı zaafiyetler ve fikir kısırlıkları da, kabul edilebilir olmasa da, anlaşılabilir bir nitelik arz etmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında, tam anlamıyla göremesek de aslında ülke olarak günümüzde içinde bulunduğumuz en büyük kriz, ekonomik değil, kültüreldir.

“Okuyamama” Sendromu

Televizyon izleme alışkanlığının okuma alışkanlığı kazanmaya karşı engellemede önemli etkenlerden biri olduğu da aşikardır. MEB’nın yayınladığı raporda da belirtildiği gibi, Türkiye bugün kitaba yatırım konusunda dünya ortalamasının yarısını bile yakalayamayacak bir konumda bulunmaktadır. Bir Norveçli kitaba 137 dolar, Alman 122 dolar, İsveçli, Avustralya’lı ve Belçika’lı 100 dolar, ABD’li 95 dolar harcarken, bir Türk yılda kitap için yalnızca 0.45 dolar ayırmaktadır. Türkiye bu konuda dünya ortalaması olan 1.3 doların bile çok altında kalmış durumdadır. Kişi başına düşen kitap sayısı açısından bakıldığında da durum pek parlak gözükmemektedir. Bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okurken, Türkiye’de 6 kişiye yılda 1 kitap düşmektedir. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bir gazetede verdiği beyana göre, düzenli kitap okuma oranı Japonya’da % 14, ABD’nde % 12, Almanya ve İngiltere’de % 11 iken, Türkiye’de % 0,01 seviyesindedir. Diğer bir ifade ile, Türkiye’de yaşayan 70 milyon kişiden sadece 7 bin kişi düzenli olarak kitap okumaktadır. Zaten yazı teknolojisiyle yüzeysel bir ilişki sürdüren ve yazılı kültürü içselleştiremeden medya kültürünün ağına düşmüş olan bir toplumun okuma alışkanlığının da alt düzeyde kalmasına şaşmamak gerekir.

Yurtdışında, özellikle de Avrupa ülkelerinde metroda, otobüste hemen hemen herkesin elinde bir kitap görmek mümkün olduğu halde, ülkemizde bu alışkanlık maalesef yaygınlaşmamış, insanlar uzun seyahatlerde ne yapacağını şaşırır halde kıvranmakta, ya boyalı basına iltifat etmekte ve bulmaca çözmekte ya da çevreyi veya birbirlerini seyretmeyi tercih etmektedirler. Japonya’da “ayakta kitap okuma alışkanlığı” için “taşiyomi” sözcüğü kullanılırken, bizim ülkemizde bırakın ayakta kitap okumayı, evlerdeki kitapların bile yüzüne bakılmamakta ve kitaplar genellikle vitrinleri süsleyen bir aksesuar olarak kullanılmaktadır. Oysa düzeyli ve düzenli kitap okumak daha anlamlı bir yaşam ve geniş açı ile düşünebilmek için kaçınılmaz bir şarttır. Çünkü kitap, daha yüksek düzeyde bilgiyi, daha derinlemesine duyguyu, okurlarına daha kalıcı ve yinelenebilir bir ortamda sunmaktadır. Ülkemizde ise maalesef kitap okumak konusunda hem çoraklık hem de okunan şeyler açısından derin bir yozlaşma göze çarpmaktadır. Bu ise büyük ölçüde insanlarımızın okuma ihtiyacı ve yazma zevki eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Türkiye’deki okuma ve izleme oranları incelendiğinde, televizyon izleme oranı ile kitap okuma oranı arasındaki derin uçurum daha açık bir şekilde kendini göstermektedir. Yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de dergi ve kitap okuma oranı % 4, televizyon izleme oranı ise % 97’dir. Eğitim ve gelir seviyesi düştükçe televizyon izleme oranı ile kitap okuma oranı arasındaki uçurum daha da büyümektedir. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’nda da, kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin de bulunduğu 173 ülke arasında 86. sırada yer almıştır. Türkiye’de yüksek öğrenim görenlerin oranı 1965’e göre 14 kat artmasına karşın, yüksek öğrenim mezunlarının kitap okuma oranı 1965’in altında kalmış durumdadır.

Toplum olarak okuma alışkanlığımızın göstergesi olarak kabul edilebilecek bir başka ölçü de kütüphane sayısı ile kütüphanelerden ödünç alınan kitap sayısı ve dışarıdan satın alınan kitap sayısıdır. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Bülent Yılmaz’ın yaptığı bir araştırmaya göre, AB üyesi ülkelerden Almanya’da 11.332, Fransa’da 4.008, İngiltere’de 4.937 ve İspanya’da 5.209 halk kütüphanesi olmasına karşın, Türkiye’de sadece 1.435 tane kütüphane bulunmaktadır. Mevcut kahvehane sayısı (570.000) ile karşılaştırıldığında, bu rakam çok komik kalmaktadır. Yıllar itibariyle bakıldığında, kütüphanelerden ödünç verilen veya dışarıdan satın alınan kitap sayısında da ciddi bir azalma olduğu göze çarpmaktadır.

Türkiye’deki durumu göstermesi açısından, basın-yayın dünyamıza ilişkin birkaç önemli istatistiki bilgiyi daha paylaşmakta yarar var diye düşünüyorum. Avrupa ülkelerinde bir kitap için baskı ortalaması 30.000-50.000 aralığında olduğu halde, Türkiye’de bu rakam ortalama 3.000-5.000 seviyesinde kalmaktadır. Japonya’da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken, Türkiye’de sadece 23 milyon adet kitap basılmaktadır. Türkiye’de 1935 yılında 1.741 kitap basılmışken, 1995’te 5.172, 2002 yılında ise 7.000 kitap basılmış olması bir artış olduğunu göstermekle birlikte, kişi başına düşen kitap sayısı açısından bakıldığında bir azalış söz konusudur. Ders kitapları hariç bir yılda basılan kitap sayısı Almanya’da 65.000, İngiltere’de 48.000, Fransa’da 39.000 olmasına karşın, Türkiye’de sadece 7.000 civarındadır. Yayıncılar Birliği Başkanı Çetin Tüzüner, ülkemizde yaklaşık 1.500 yayınevinin bulunduğunu, ders kitabından test kitabına kadar herşey dahil olmak üzere Türkiye’de kitabın pazar payının 450 Trilyon TL (450 Milyon YTL) olduğunu belirtmekte ve Avrupa ile karşılaştırıldığında bunun çok düşük kaldığını ifade etmektedir.

Bu gelişmelerden en çok etkilenen platformlardan biri de edebiyat dünyamız olmaktadır. Ülkemizde artık içerikli entellektüel tartışmaların yapıldığı ortamlar gitgide azalmaktadır. Üstüne üstlük yıllarca okur-yazar oranını arttırmaya çalıştığımız bir ortamda, ülkemizde üniversite mezunları ve öğretmenler dahil toplumun önemli bir kesiminin okumaya karşı duyduğu bu ilgisizlik, hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın, gelecek için hiç de iç açıcı sinyaller vermemektedir. Aslında her şeyde olduğu gibi bu sektörde de pazarlamanın rolü büyüktür. Satılan kitaplar arasında edebi değeri yüksek, düşünce yapısını geliştirmeye dönük olanlar tercih edilmemekte, piyasada daha çok “DaVinci Şifresi”, “Kırmızı”, “Ferrarisini Satan Adam” gibi reklamı çok yapılan ve popülaritesi olan kitaplar talep edilmektedir. Dünya klasikleri, edebiyat dünyamızın nadide eserleri, fikir adamlarının benzersiz denemeleri, duygu dünyamızın yansıdığı şiir kitapları tiraj bakımından en son sıralarda yer almaktadır. Babıali’de 40 yıldır kitap basımı ile uğraşan bir duayenin, şiir kitabı bastıracak bir dostumuza şiir kitaplarının en az satılan kitaplar olduğunu söylemesi de tespitlerimizi teyit etmektedir.

Kültür Seferberliği Gerekli

Günümüzde hiç kuşku yok ki ülkeler, maddi refah düzeyini arttırarak çağdaş bir yaşam seviyesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Ancak, refahın temini sadece parasal güçle, ders ve meslek kitaplarındaki bilgileri öğrenmekle mümkün olmamakta, edebiyat, sanat ve kültür altyapısındaki gelişmelerin de bu gücün kalıcı olmasında çok önemli bir katkısı bulunmaktadır. Bu nedenle, devletler bir taraftan ekonomik politikalarını doğru olarak şekillendirerek kişi başına düşen milli geliri arttırmaya çalışmalı, diğer taraftan da entellektüel potansiyeli üst düzeye çıkaracak, dünya kültürüne katkıda bulunabilecek sanat, felsefe, edebiyat ve fikir adamları yetiştirmelidirler. Ülkemiz açısından da, Osmanlı döneminde ve 1970’li yılların başına kadar Türkiye Cumhuriyeti içinde birçok örneğini gördüğümüz bu potansiyeli yeniden canlandırmak, kahvehaneye dönüştürülmüş kıraathanelere (okuma salonları) eski misyonlarını iade etmek gerekmektedir.

Elbette mevcut düzeni bir anda tamamen tersine çevirmek mümkün değildir. Ancak, uzun vadede süreci tersine çevirebilecek birtakım adımlar da atılabilir. Bu adımların başında, ülkemiz insanlarına ilgi alanlarını da dikkate alarak küçük yaştan itibaren kitap okuma alışkanlığını kazandırmak, az da olsa devamlı okumalarını teşvik etmek sureti ile entellektüel altyapılarını geliştirmek, seviyeli ilmi tartışma meclisleri oluşturmak gelmektedir. Vaktin nakit olduğu bilincinden hareketle, toplum bireyleri televizyonun “telef” edici etkisinden kurtarılmalı, dost sohbetlerinde, okunan eserlerin içerikleri ile gezilen yerlere ilişkin izlenimler paylaşılmalıdır. Bu atılabilecek adımların ilk merhalesidir. Bu demek değildir ki, hiç televizyon seyredilmesin. Televizyon seyredilirken belgesel türü, bilgi verici programlar ve diziler tercih edilerek, görsel hafızamızın hayal gücümüz ile buluşmasına katkıda bulunulmalıdır. Hiç kuşkusuz bu girişimin gerçekleştirilmesi ikame edici olmaktan ziyade tamamlayıcı bir nitelik arz edecek şekilde olmalıdır. Toplumun ekseriyeti tarafından bu tip bir yaklaşımın takip edilmesi durumunda, hem televizyon kanalları hem de dergi ve gazeteler yaptıklarını yeniden gözden geçirme ve kendilerini yenileme ihtiyacı duyacaklardır. Aksi takdirde, “toplum bunu istiyor” kandırmacası ve kültürel erozyon her geçen gün artarak devam edecek, uzun vadede ülkeyi içinden çıkılmaz bir girdabın içine sürükleyecektir.

Son söz olarak şu hususu belirtmekte fayda var ki, toplumsal olarak kültürel bilinçlenme olmaksızın iletişim teknolojisindeki gelişmeler sadece boşa akan musluk vazifesi görecektir. Çeşmeden akan suyu doğru kanallardan geçirerek sulama yapılmadığı sürece, toprak çorak kalmaya devam edecektir. Bu nedenle ülkemizde de, geç kalınmadan toplumun en alt birim olan aileden en yetkin birimi olan kurumlara doğru geniş kapsamlı bir kültür seferberliğine gidilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde, önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği’ne girmeyi başarsak bile, kültürel açıdan üstesinden gelmekte zorlanacağımız gelişmelerin karşımıza çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Mustafa Kemal YILMAZ
29 Temmuz 2005

Misyonerlik ve Akılcılık

İnanç özgürlüğü, hangi din ve inanç söz konusu olursa olsun evrensel yaşamın vazgeçilmez olgularından biri, kültür ve inanç coğrafyasının korunması gereken alanlarından ilkidir. Bu görüşün en iyi uygulayıcılarından biri de, geçmiş asırlardan bugüne müslüman toplumlarıdır. Yaklaşık 700 yıl İspanya’da hüküm süren Endülüs medeniyeti, 700 yıllık dev bir geçmişe dayanan ve dört kıtada farklı dil, din ve kültüre sahip toplumları bir arada yöneten Osmanlı devlet yaşamı bunun en açık örnekleridir.

Beni bu yazıyı kaleme almaya yönelten olgu, son iki ay içinde karşılaştığım iki farklı olayın gözlemlediğim ortak yönleridir. Birinci gözlemim, Ramazan ayı içinde televizyon kanallarından birinde İstanbul’da Sultanahmet meydanında iftar öncesinde yapılan bir yayın sırasında, spikerin mikrofonu Uzakdoğu kökenli bir yabancı turiste uzatıp Ramazan hakkındaki görüşlerini sormasının ardından turistin önce cevap vermek istememesi, ardından da “ben misyonerim” şeklinde verdiği cevaptı. Bu cevap bana, bizim bazı durumlarda verdiğimiz reaksiyoner bir cevap olan “ben de müslümanım elhamdülillah” tarzındaki cevabı hatırlattı. Bu cevabın altında yatan mesaj şu idi, “ben misyonerim ve bu misyonum dışında bir şey söylemem”. Aslında düşünüldüğünde çok idealist bir yapıyı çağrıştıran bu cevap, aynı zamanda üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken bir olaydı benim için.

İkinci gözlemim, bu olayın üzerinden yaklaşık iki ay geçtikten sonra, 2005 yılı Ocak ayı başında televizyonda gördüğüm, Ankara’da Kızılay meydanında tezgah açıp bedava İncil dağıtan güleç yüzlü Uzakdoğulu bir misyonerin davranışı oldu. Bu olayın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş tarihi olarak kabul edilen 17 Aralık 2004 tarihinden hemen sonraya rastlaması da ilginç bir tesadüftü. Ama bence esas ilginç olan tesadüf, yukarıda bahsetmiş olduğum her iki olayda da başrolde Uzakdoğu kökenli insanların yer almasıydı.

Türk milleti genellikle misyoner faaliyetler konusunda Avrupa ve Amerika’lılara karşı, Osmanlı devletinin çöküş döneminden gelen bir önyargıya sahiptir. Buna karşın, Türklerin Uzakdoğu kökenli insanlara karşı bakış açısı daha sıcaktır. Bu bölge insanlarını içten, samimi, saf ve temiz bulurlar. Türkiye’nin Kore savaşına katılması, Japonların geleneklerine bağlılığı, Uzakdoğu bölgesinde yer alan ülkelerle daha önce savaşmamış olmamız ve daha birçok olay bu iki toplumu birbirine yaklaştırmış, birbirlerine sempatik davranmaya yöneltmiştir. Bu olgu, misyonerliğin kökeninin atıldığı Avrupa ve Amerika’daki Hıristiyanlar tarafından da iyi bilindiğinden, bu toplumun bireyleri kullanılmaya, bu kişilere daha düşük dozda reaksiyon gösterileceğinin hesabı yapılarak misyonerlik faaliyetleri söz konusu kişiler üzerinden yürütülmeye başlanmıştır. Misyonerlik görevini yerine getirmek üzere Uzakdoğu kökenli insanların kullanılma gerekçelerinden biri de, kendileri de orijinal olarak Hıristiyan olmayan bu kişilerin karşı tarafı ikna etme gücünden yararlanmak istenmesi olabilir.

Toplumların ve inanç sistemlerinin kendi inançlarını ve o inançları temsil eden olguları savunmaları ve onları başka toplumlara propaganda yolu ile benimsetmeye çalışmaları normal kabul edilebilecek bir davranış biçimidir. Ancak, tarihçi İlber Ortaylı’nın da dediği gibi bugün için sorun olmayan bu hareketlerin hep böyle kalacağı düşünülmemelidir. Öyle olarak kalmasına, gidişatın çığırından çıkmamasına dikkat edilmelidir. Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, bu tip oluşumlara verilecek tepkinin şekli ve boyutudur. Yukarıda bahsettiğim Ankara Kızılay meydanında İncil dağıtılması olayında, Türk toplumunun bazı fertlerinin bu olaya tepkisi, söz konusu misyonerlere tepki göstermenin akabinde, Türk vatandaşlarına Kuran-ı Kerim dağıtılması şeklinde olmuş, halk ise bedava dağıtılan bu Kuran-ı Kerimleri alma gayreti içine girmiştir.

Bu davranış iyi niyetli olmakla birlikte, reaksiyoner olmaktan öteye geçemeyen akıllı bir davranış biçimi değildir. Dini değerler sloganlarla değil, akılla korunmalıdır. Bugün birçoğumuzun evinde ve belki de başucunda Kuran-ı Kerim olduğu halde, bizler dini kitabımızı yüzünden Arapça olarak okumayı bilmediğimiz gibi, içeriğinin tercüme edildiği mealleri de okuma lütfuna muhtemelen tenezzül etmemişizdir. Dindarlık ve dini inanç savunuculuğu lafla olmaz. Diğer bir ifade ile, atalarımızın da dediği gibi “aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz”. Nasıl ki seven kişi sevdiğine emek verir, onu sıklıkla arar ve anarsa, bizim de sevdiğimizi söylediğimiz dinimize ilgi, sevgi ve muhabbet göstermemiz gerekmektedir. Eşini veya sevgilisini sevdiğini söyleyen, ama onun yüzüne bakmayan, onu anlamaya çalışmayan bir eş veya sevgili ne kadar makbul ve kabul edilebilirse, müslüman olduğunu söyleyen, ama ne mensup olduğu dinin kitabının içeriğini, ne de peygamberinin yaşadığı hayatı ve yaptıklarını bilmeyen müslüman da ancak o kadar değerlidir. Aslında bu söylediklerim sadece İslam dinini benimsemiş müslümanlar için geçerli değildir. İster Yahudi, ister Hıristiyan, ister başka bir dine mensup olsun, bu söylediklerim her inanç grubundan insan için doğruluğu tartışılmaz gerçeklerdir.

Sonuç olarak, misyonerlik faaliyeti dünyanın geçmişinden bugüne kadar süre gelen, devletlerin akıbeti üzerinde farklı boyutta kültür ve inanç erozyonu yaratacak izler bırakabilen bir devinimdir. Bu oluşumun dünya üzerinden tamamen bertaraf edilebilmesi mümkün ve gerçekçi olmamakla birlikte, söz konusu misyonerlik çalışmalarının hangi kaynaklardan, nasıl bir yaklaşım tarzı izlenerek gerçekleştirildiği hususlarını bilmek ve gelişmeleri gözardı etmeksizin yakından izleyerek gerekli önlemleri akıl ve siyaset dairesi içinde almak büyük önem taşımaktadır. Bu önlemlerin birincisi ise, karşı olduğumuz dini görüşleri savunan kişilerin görüşlerini aşağılamaktan ziyade, kendi savunduğumuz görüşlerin ve inancımızın içini doldurmaktan geçmektedir. Bunun da ilk aşaması, mensup olduğumuz dinin ifade ettiği gerçekleri iyi anlamak, özümsemek ve dini vecibelerimizi farkındalığını idrak ederek yerine getirmeye çalışmaktır.

Doç. Dr. Mustafa Kemal YILMAZ
14 Ocak 2005

Bilimsel Ticaret Paradoksu: Minnet – Mihnet İkilemi

Uluslararası platformda ülkelerin gelişmişlik ve rekabet gücünü yansıtan önemli göstergelerden birisi de, bilimsel gelişmişlik düzeyleri ve global bilgi ağına yaptıkları katkılardır. Bu katkının en yoğun üretildiği kurumlar üniversiteler, paylaşıldığı en etkin etkileşim platformu ise uluslararası kongre ve konferanslardır. Özellikle son 10 yılda, uluslararası bilgi paylaşımının merkezi konumunda olan bilimsel konferansların sayısı artış göstermekle birlikte, bilimsel çalışmaların sunumuna sağladıkları zemin daha zor ve engebeli bir hale gelmiş, bu tip konferanslar bilim yapılmasını kolaylaştıran değil, adeta zorlaştıran bir görünüm almaya başlamıştır.

Uluslararası bilimsel yaklaşımın çehresini değiştiren gelişmelerden birincisi ve belki de en önemlisi maddi yönüne ilişkin olanıdır. Farklı yer ve zamanlarda yapılan uluslararası kongre ve konferanslara katılmak isteyen bilim adamları ve akademisyenlerin, belirlenen değerlendirme jürisi tarafından sunuma kabul edilen çalışmalarını takdim edebilmeleri için öncelikle 200-400 ABD Doları arasında değişen bir katılım ücreti ödemeleri gerekmektedir. Bu ücret, iki veya üç yazarlı çalışmalarda her bir yazarın bu ücreti ödemesi gerektiği düşünüldüğünde 1.200 ABD Dolarına kadar yükselebilmekte, bu ise, daha en başından bir kısım akademisyeni bu konferansları izlemekten vazgeçmek zorunda bırakmaktadır.

İlk başta verilmesi gereken bu katılım ücretine ek olarak, katılımcılar kendi ülkeleri dışında bir başka ülkede sunumun gerçekleştirilmesi durumunda seyahat ve konaklama masraflarını da üstlenmek zorunda kalmakta, dolayısıyla 3 gün sürecek bir konferansın maliyeti tek bir katılımcı için neredeyse 1.000 ABD Doları seviyesine yükselmektedir. Karşılanması gereken yüksek katılım ücreti ve seyahat-konaklama masrafları, tek amacı bilimsel çalışma üretmek, onu meslektaşları ile paylaşıp bilime katkı sağlamak ve kendini geliştirmek olan akademisyenlerin birçoğunu bu maliyetleri üstlenecek sponsor aramaya itmektedir. Bu ise, akademisyenleri parası olan kurumlara minnet etmek zorunda bırakmakta, maddi ve manevi olarak mihnet altına sokmaktadır. Özellikle Türkiye gibi bilimsel çalışmalara yeterli kaynağın ayrılmadığı gelişmekte olan ülkelerde birkaç tane özel üniversite dışında çoğu akademisyenin masraflarını kendi ceplerinden karşılamak zorunda kaldığı gerçeği düşünüldüğünde, bu durum bilimsel özgürlüğün ve globalleşen dünyanın önüne yüz kızartıcı bir gelişme olarak çıkmaktadır.

Bilimsel ticaretin boyutu bununla da sınırlı kalmamaktadır. Uluslararası konferanslarda sunumu gerçekleştirilen çalışmaların ?citation index? kapsamında yer alan kredibilitesi yüksek uluslararası hakemli bir dergide yayınlanabilmesi için, çalışmanın dergi tarafından değerlendirmeye alınması aşamasında 200-250 ABD Doları?na yaklaşan başvuru ücreti talep edilmektedir. Çalışmanın dergi tarafından belirlenen hakemlerce değerlendirilmesi sonucu bulunan eksiklerin yazarlar tarafından düzeltilmesini müteakip tekrar ilgili dergiye gönderilmesi sürecinde de, düzeltilmiş metnin tekrar incelenebilmesi için ekstra bir hizmet ücreti (yaklaşık 150-200 ABD Doları) talep edilmektedir. Bu arada, çalışmanın değerlendirme süreci de bir başka pazarlığa tabi husustur. Değerlendirilmek üzere uluslararası hakemli dergilere gönderilen bilimsel eserlerin erken değerlendirmeye alınması ve cevap verilmesi için bu tip bazı dergiler ek ücret talep etmekte ve bilimsel aktivitenin ticari ilişki boyutu büyümektedir. Aslında burada sorulması gereken soru şudur? Bilimsel bir çalışmanın yayınlanabilir ya da erken değerlendirmeye alınabilir niteliğinin ücrete bağlanması ne derece doğrudur? Acaba bu çalışma sadece o ücreti ödediği için mi daha önemli ve değerli hale gelmiştir, ya da başka bir çalışma o ekstra ücreti ödemediği için mi değer kaybedip yayınlanma veya en azından erken değerlendirmeye alınma imkanını kaybetmiştir? Bu sorulara verilecek cevaplar, bilimsel çalışmalara atfedilen kalite ölçüsünün belirlenmesinde önemli rol oynayacaktır.

Genellikle hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin üniversitelerinde kadro almak ve yükselmek isteyen akademisyenlerin uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış eserlere sahip olmaları ve uluslararası kongre ve konferanslarda tebliğ sunmaları şartı aranmaktadır. Türkiye?de de bu durum Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) nun son yıllardaki düzenlemeleri ile önemli hale gelmiştir. Aslında mevcut yaklaşım, bilimsel çalışmalarla uğraşan mütevazi bilim adamlarını kendilerini finanse edecek kurumlara, üniversite üst düzey yöneticilerine ve söz konusu dergilere minnet etmek zorunda bırakmaktadır. Bu minnet tablosu altında bilim adamlarının ve genç akademisyenlerin yeni çalışmalara imza atmaları da her geçen gün biraz daha zor ve meşakkatli hale gelmektedir. Ayrıca, bu değerlendirme tarzı, araştırma yapmak için seçilen konuları da etkilemektedir. Akademisyenler konu seçiminde de özgürlüklerini kaybedip, sponsor bulabilecekleri konuları tercihe zorlanmaktadırlar. Diğer bir ifade ile, ihtiyaç duyulan konular değil, finanse edilebilen konular araştırılmaktadır.

Eski toplum yapısında din-bilim çatışması yaşayan, 18-19. Yüzyıldan başlamak üzere ise bilimin üstünlüğünü her platformda savunan gelişmiş ülkelerin, bilim dünyasını bugün bu tip bir ticari yaklaşım ile karşı karşıya bırakması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde yetişen bilim adamlarının kendi ülkelerinde bilim yapmalarını özendirmeyen, uluslararası beyin göçünü teşvik eden ve bilimsel ticari sömürünün önünü açan bir nitelik taşımaktadır. Bu gelişmelerin tümü ise en son aşamada, üniversitelerde özveri ile çalışan öğretim görevlilerinin yeni bilimsel gelişmeleri yakından takip etmek ve performanslarını zorlamak konusunda yeteri kadar çaba göstermelerini olumsuz yönde etkilemektedir.

Sonuç olarak, bahis konusu yapılan tüm bu gelişmeler, globalleşen dünya düzeni içinde bilimin gelişmesi yönünde gösterilen çabaları baltalayıcı ve uluslararası bilgi paylaşımını zorlaştırıcı bir nitelik arz etmekte ve bu durumun önüne geçilmesi için adımlar atılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu amaçla atılabilecek önemli adımlardan bir tanesi, uluslararası platformda gerçekleştirilecek konferanslarda sunuma kabul edilen çalışmaları hazırlayan kişilerden alınacak katılım ücretinin tek bir kişi için talep edilmesi, aynı çalışmaya katkı sağlayan diğer katılımcıların masraflarının ise oluşturulacak bir havuz sistemi ile finanse edilmesi olabilir. Maalesef bu konuda getirilmiş uluslararası mevcut normlar bulunmamaktadır. Bu nedenle, bu tip konferansların dünyada bilgi paylaşımının teşvik edilmesi amacıyla yeni düzenlemeler çerçevesinde standart bir platforma oturtulması gerekmektedir. Ayrıca konaklama masrafları konusunda da, konferansa ev sahipliği yapan ülkedeki önemli kurumların sponsorluğu yardımıyla katılımcılara kolaylıklar sağlanması da uygun olacaktır.

Benzer kriterlerin uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmak üzere gönderilecek çalışmaların değerlendirilme süreci için de belirlenmesi gerekmektedir. Buna ek olarak, mevcutlar dışında nitelikli yayın özelliği arz eden birtakım dergilerin de prestijli dergiler kapsamında kabul edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, mevcut uluslararası hakemli dergilerin tekelini kırabilmek amacı ile YÖK gibi kurumların söz konusu dergilere aşırı önem atfetmesinin önüne geçilmeli ve söz konusu dergilerin bilim dünyasında oynadıkları tekelci güç kırılmaya çalışılmalıdır.

Son olarak, üniversiteler ve kar kaygısı gütmeyen kuruluşlar (non-profit organizations) tarafından bilim adamlarının yaptığı çalışmalar finanse edilmeye çalışılmalı, bu değerli kişiler sponsorların kucağına bırakılmamalıdır. Tüm bunlar yapılmadığı takdirde, yakın gelecekte bilimsel ticari bakış açısı yeni dünya düzenini materyalist yaklaşıma sahip sponsorların insafına ve tekeline terk edecek, bu minnet-mihnet tablosu bilimsel gelişimin önüne giderek daha fazla set çekecektir.

Mustafa Kemal YILMAZ
28 Ekim 2004